TÜRÇEP (Türkiye Çevre Platformu) olarak tüm kadınlarının “8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü” nü kutluyor, onurlu mücadelelerine duyduğumuz saygıyı bir kez daha dile getiriyoruz.*
1857 yılının 7-8 Mart günlerinde, Amerika’nın New York kentinde bir tekstil fabrikasında, kadın işçilerin öncülüğünde, düşük ücret ve uzun çalışma saatlerini iyileştirme talepleri için yapılan grev esnasında çıkan yangında yüzden fazla kadın işçi hayatını kaybetmiştir.
Çok uzun hak arama mücadeleleri, Birleşmiş Milletler tarafından 8 Mart’ın Dünya Kadınlar Günü olarak tanınmasına zemin hazırlamıştır.
1977 yılımda alınan bu karar ile İnsan hakları temelinde kadınların siyasi ve sosyal bilincinin geliştirilmesi, yine sosyal, siyasal ve ekonomik başarılarının kutlanması amaçlanmıştır.
Kadınlar bir yandan çalışma hayatındaki eşitsizlikler için hak arama mücadelesi verirken, bir yandan da sosyal hayatta erkek egemen toplumda kendilerine biçilen rollere başkaldırma mücadelesinden de asla vazgeçmemiştir.
Bu onurlu ve haklı mücadelelerinde uğradıkları şiddet ve tacizler asla kabul edilemez. Kadına yapılan her türlü şiddet, taciz ve ayrımcılık hiçbir yasa ile hafifletici sebeplerle karşılanamaz.
Yalnızca 8 Mart’larda yapılan hamasi söylemler de yetmez. Dünyanın her yerinde, her gününde kadına “kadın” demek cesaretini gösteremeyenlerin, hiçbir canlının yaşamına hak ettiği değeri vermeyeceğini ve saygıyı göstermeyeceğini biliyoruz.
TÜRÇEP olarak kadınların haklı ve onurlu mücadelelerinde yanlarındayız.
Özellikle ülkemizde feminist öğretilerin yoğun yazılıp çizildiği dönemlere gelindiğinde görüldü ki kadının toplum içinde ezilmişliği sınıfsal olmanın yanı sıra, toplumların ‘erkek egemen’ toplumlar olmasındandır.
8 Martlarda sokak aralarında biber gazları içinde bir araya gelmeye çalışan kadınlar, eşit işe eşit ücret, eğitim hakkı, eteğinin boyu gibi dertlerini dile getirmeyi bir yana bırakıp ‘’Ölmek İstemiyorum’’ diye haykırarak yaşam haklarını korumaya çalışmaktalar. Günde ikiden fazla kadının, çoğunlukla da yakını olan bir erkek tarafından öldürülüyor olması karşısında her sorun ikincil kalıyor. Kadın cinayetleri, hayatta kalma mücadelesi her şeyin önüne geçiyor.
Gazi Mustafa Kemal Atatürk sayesinde pek çok ülke kadınından daha önce seçme ve seçilme hakkını kazanan kadınlarımızın bu hakkı yeterince kullanabildiğini düşünmüyoruz.
Bitirmeden önce adında İstanbul olan bir sözleşmeye karşı çıkan siyasileri ve siyasi partileri kınıyor, tüm kadınların 8 Mart Dünya Kadınlar Gününü kutluyoruz.
TÜRÇEP Türkiye Çevre Platformu (turcep.org)
Maden ve Petrol İşleri Genel Müdürlüğünün Maden Arama İhaleleri İptal Edilmelidir.
Maden ve Petrol İşleri Genel Müdürlüğünce, 68 ilimizde 766 bölgede 892 bin 814 hektar alanı kapsayan ve 28 Ağustos’ta başlayıp 28 Eylül’de sonlandırılacak olan maden arama ve işletme ihalelerinin koordinatları incelendiğinde, bu alanların çoğunlukla orman ve mera alanlarına denk geleceği, tarım alanlarının da bu alanlar içinde yer alacağı görülecektir.
Bütüncül bir çevresel etki değerlendirmesi yapılmadan ihale yapılması hukuksuzluktur.
Müdürlüğün ihaleye açtığı bu sahalarda hangi madenlerin aranacağı ya da işletileceği belirsizdir. Yine bu sahaların mera mı, orman mı, tarım alanı mı, doğal ya da arkeolojik sit alanları ya da su havzaları olup olmadıkları hakkında hiçbir bilgi bulunmamaktadır.
Korona virüs krizini yaşadığımız ve yaşamsal birçok hak ve olanağımızın kısıtlandığı bu süreçte, böylesi krizlerin temel nedeni olan iklim değişikliği, doğanın tahribi ve ekosistemin bozulması gerçeğine karşın, doğanın tahribine yönelik adımlar durmak bilmiyor.
Dahası yaşanılan salgın adeta bir fırsat bilinerek hızla yaygınlaşmaktadır. Geçtiğimiz temmuz ayında 286 farklı alanın, 18 Haziran 2018 tarihinde de 616 farklı alanın maden ihalesi yapılmıştır. Daha önceki ihalelerle Doğu Karadeniz’deki 6 kentin yüzde 38,7’sinin madenlere ayrılmış olduğu, Kazdağları Yöresi’nin %79’unun maden ruhsatlı olduğu kamuoyunun bilgisi dahilindedir. [(*) Ek Bilgi Notuna bakınız.]
Akdeniz’ de, Karadeniz’ de, Ege’ de, Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da, İç Anadolu ve Marmara’da uzun yıllar sürmekte olan, ancak 2004 yılından bu yana hızlanan ve yakın zamandan bugüne sınır tanımayan biçimde, gerek altın, gümüş ve kömür başta olmak üzere maden arama ve işletme, ticari ve sınai yatırımlar, rant oluşturma hesaplarıyla ve kâr hırsıyla özel kişi ve kuruluşlara, uluslararası sermayeye altın tepsiyle sunulmaktadır.
Zaman zaman güvenlik ve rant alanı yaratmak amacıyla yakılarak adım adım, parça parça tüketilen ormanlarımız ve verimli tarım topraklarımız, toplumsal değerlerimiz, kültürel birikimlerimiz bu kez bu ihaleden de anlaşılacağı üzere ülkenin bütününde ve akıl almaz yaygınlıktaki ihaleler ile zirve düzeyine ulaşmaktadır.
68 ilimizde (ülke yüzölçümünün %1,14’ünü kapsayacak şekilde) bir aylık bir sürede yapılacak ihaleler, bugüne değin kaybedilen değerlerle birlikte ülkemiz geri dönülmez bir sürece doğru hızla sürüklemektedir. Böylece yitirilecek doğal ve kültürel değerlerimiz asla geri döndürülemeyecektir. Türkiye’de mera ve orman ekosistemleri ile tarım alanlarının gördüğü ve göreceği bu zararı ve karşı karşıya olduğu bu büyük tehdidi görmezden gelerek bu tür “kaba” madencilik çalışmalarına devam edilemeyeceği çok açıktır.
Zaten ülkenin birçok yerinde, yerel halk ve sivil toplum örgütleri, bu tür madencilik faaliyetlerinin yörelerindeki havayı, suyu, toprağı, ormanı, merayı, tarlayı yok ettiğini görünce isyan etmektedir. Çanakkale Kirazlı’da, Artvin Cerattepe’de, Ordu Fatsa’da, Bursa Kirazlıyayla’da ve birçok ilimizde benzer projelere karşı sürdürülen mücadeleler kamuoyunun gündemine sık sık gelmektedir. Ne yazık ki bu tür tepkilerin birçoğu, projenin son aşamasına gelindiği için projenin iptalini sağlayamamaktadır. Ülkenin doğasını ve kültürünü yok ederek, gıda güvenliğini riske atacak, insanları işsiz bırakıp, yerinden yurdundan edecek bu büyük tehdidin bir an önce farkına varılmalıdır.
Dünyanın her yanında ülkesini, değerlerini ve halkının yaşamını ciddiye alan ülkeler sahip oldukları olanaklarını somut adımlara dönüştürmeye çabalarken, paha biçilmez tarihsel ve kültürel değerlerle donanmış, aynı günde dört mevsimin yaşanmakta olduğu Anadolu topraklarında, akıl almaz işler yapılıyor.
Çok yakın bir zamanda TV ekranlarından tüm kamuoyuna açıklanan Tarım ve Orman Bakanlığı raporunda özetle; iklim değişikliği nedeniyle önümüzdeki yıllarda su kaynaklarımızın hızla tükenmekte olduğu, tarımsal üretimin zorlanacağı açıkça ifade edilmiştir. Bu raporla sorunlar bir kez daha ve bizzat devlet iradesi ile ortaya konulmuştur. Bu rapor ve diğer bilimsel veriler ve öneriler temelinde bu olumsuz süreç acilen durdurulmalı, Maden ve Petrol İşleri Genel Müdürlüğünce 68 ilimizde 766 bölgede 892.814 hektar alanı kapsayan ve 28 Ağustos’ ta başlayıp 28 Eylül’ de sonlandırılacak olan maden arama ve işletme ihaleleri derhal iptal edilmelidir.
Bu Kapsamda;
Ülkeyi yönetme ve bu topraklarda gelecek kuşakların yaşamının sorumluluğunu üstlenmiş olan siyasal iradeyi, bu sorumluluklarının gereğini yerine getirmeye ve bu ihaleleri iptal etmeye, bu kapsamda ülke düzeyinde sürdürülen, doğanın tahribine yol açacak tüm çalışmaları durdurmaya, dondurmaya davet ediyoruz.
Ülkemizi yönetme sorumluluğuna talip olarak örgütlenmiş ve varlıklarını sürdürmekte olan tüm siyasal partileri, yerel yönetimleri, tüm sivil toplum örgütlerini, akademik ve demokratik meslek odalarını, ticaret ve sanayi odalarını, sendikaları, vakıf ve dernekleri, çevre platformlarını, mahalle muhtarlarımızı bu sürece öncül düzeyde destek vermeye ve doğa ile barışık bir yaşam biçiminin inşası için üstün bir çaba içerisinde olmaya, bu doğrultuda atılacak adımlara sahip çıkmaya, tüm farklılıklarımızı bir yana bırakıp zenginliğimiz olarak değerlendirerek, güç ve olanaklarımızı tüm diğer kesimlerle buluşturmaya, bu topraklarda yaşam sürdürecek gelecek kuşaklarımıza karşı üzerimize düşen sorumlulukları yerine getirmeye çağırıyoruz.
TÜRÇEP, bu doğrultuda atılacak her adıma, tüm deneyim ve birikimleri, ulusal, uluslararası ilişkileri ve olanakları ile destek vermeye, iş birliği ve güç birliği yapmaya hazırdır.
TÜRKİYE ÇEVRE PLATRFORMU
(TÜRÇEP)
DANIŞMA KURULU
(*) Ek Bilgi Notu
TÜRKİYE ÇEVRE PLATFORMU (TÜRÇEP)
MADEN İHALELERİYLE İLGİLİ BİLGİ NOTU
Enerji Bakanlığı’na bağlı Maden ve Petrol İşleri Genel Müdürlüğü, “hukuki durumları sona eren” 766 maden arama ve işletme sahasını ihaleye çıkardı. Toplam 893 bin hektarlık (Ülke yüzölçümünün %1,14’ü) bir alanı kapsayan bu ihalenin çoğunluğu altın, gümüş, platin, bakır, kurşun, çinko, demir gibi madenlerin bulunduğu IV. Grupta yer alıyor. 559’u arama, 134’ü işletme ruhsatı verilecek olan bu grupta 883 bin hektarlık bir alana maden arama ve işletme ruhsatı veriliyor (Tablo 1).
Tablo 1. İhaleye çıkan maden sahası sayı ve alanları
Sayı | Alan (ha) | |
I-B arama | 5 | 227,75 |
I-B işletme | 10 | 235,78 |
II arama | 3 | 215,58 |
II işletme | 9 | 662,83 |
II-B arama | 16 | 1.391,02 |
II-B İşletme | 22 | 2.219,01 |
III arama | 2 | 715 |
III işletme | 4 | 1.436,42 |
IV arama | 559 | 741.504,84 |
IV işletme | 134 | 142.011,97 |
IV ön işletme | 2 | 2.193,39 |
Toplam | 766 | 892813,59 |
Bilindiği gibi daha önce de Doğu Karadeniz’deki 6 kentin yüzde 38,7’sinin madenlere ayrılmış olduğu Doğu Eroğlu’nun haberinde (Birgün Gazetesi, 2016) kamuoyunun gündemine gelmişti. Habere göre; “ 153 ruhsat olan Artvin’de 292 bin hektar, 230 ruhsatın bulunduğu Giresun’da 292 bin hektar, 241 ruhsatlı Gümüşhane’de 294 bin hektar, 201 ruhsatın verildiği Ordu’da 222 bin hektar, 60 ruhsatın bulunduğu Rize’de 171 bin hektar, 127 ruhsatlı Trabzon’daysa 101 bin hektar alan madenler için tahsis edildi. Bakanlığın verilerine göre, altı kentteki 1012 maden ruhsatı, 1 milyon 372 bin hektara karşılık” geliyordu. Yine Tema Vakfı (2020)’nın yayımladığı rapora göre; Kazdağları Yöresi’nin %79’unun maden ruhsatlı olduğu iddia edilmektedir.
Maden ve Petrol işleri Genel Müdürlüğü’nce, 68 ilde 766 farklı sahada 893 bin hektar alanı kapsayan ve 28 ağustos ta başlayıp 28 eylül de sonlandırılacak olan 140. Grup maden arama ve işletme ihalesinin dosyası incelendiğinde; 744 bin hektarlık alanı kapsayan 585 arama ruhsatı, 147 bin hektar alanı kapsayan 179 işletme ruhsatı ve 2 bin hektar alanı kapsayan 2 ön işletme ruhsatının ihaleye çıktığı görülmektedir (Tablo 2. Tablo 3, Tablo 4).
Tablo 2. Arama Ruhsatı
Arama | Sayı | Alan (ha) |
I-B arama | 5 | 227,75 |
II arama | 3 | 215,58 |
II-B arama | 16 | 1.391,02 |
III arama | 2 | 715 |
IV arama | 559 | 741.504,84 |
Toplam | 585 | 744054,19 |
Tablo 3. İşletme ruhsatı
İşletme | Sayı | Alan (ha) |
I-B işletme | 10 | 235,78 |
II işletme | 9 | 662,83 |
II-B İşletme | 22 | 2.219,01 |
III işletme | 4 | 1.436,42 |
IV işletme | 134 | 142.011,97 |
179 | 146.566,01 |
Tablo 4. Ön işletme ruhsatı
Ön İşletme | Sayı | Alan (ha) |
IV ön işletme | 2 | 2.193,39 |
Maden arama ve işletme ihalesine çıkılan 68 il içinde, ihale sayısı bakımından en yüksek olan 11 ilde toplam 357 ihaleye çıkılacağı görülmektedir. Bu ihalelerde ruhsata konu olan alan 432 milyon hektardır. Bu iller içinde alan sayısı bakımından 73 alanla Sivas birinci, 56 alanla Kahramanmaraş ikinci, 39 alanla Eskişehir üçüncü sıradadır. Sadece bu ihalede Kahramanmaraş toplam alanının % 4,9’u, Sivas, Erzincan ve Elazığ illerinin %3,7’si madencilik için ruhsatlandırılmaktadır (Tablo 5).
Tablo 5. İhaleye çıkan alan sayısına göre ilk 11 il
Sıra | İl | Sayı | Ruhsat
Alanı (ha.) |
İlin
yüzölçümü (ha)* |
Oran
(%) |
1 | Sivas | 73 | 104.833,43 | 2.848.800 | 3,7 |
2 | Kahramanmaraş | 56 | 71.105,59 | 1.450.500 | 4,9 |
3 | Eskişehir | 39 | 46.920,52 | 1.392.500 | 3,4 |
4 | Erzincan | 30 | 44.081,33 | 1.190.300 | 3,7 |
5 | Elazığ | 28 | 34.700,13 | 937.800 | 3,7 |
6 | Kayseri | 28 | 30.481,83 | 1.691.700 | 1,8 |
7 | Kütahya | 24 | 27.485,28 | 1.204.300 | 2,3 |
8 | Antalya | 23 | 14.920,39 | 2.072.300 | 0,7 |
9 | Konya | 20 | 22.971,74 | 3.887.300 | 0,6 |
10 | Malatya | 18 | 22.347,09 | 1.231.300 | 1,8 |
11 | Uşak | 18 | 12.173,64 | 534.100 | 2,3 |
TOPLAM | 357 | 432.020,97 | 18.440.900 | 2,3 |
*İl nüfusları illerin kültür ve turizm müdürlüklerinin resmi web sitelerinden alınmıştır.
Bu ihalelerin son yıllarda oldukça sıklaştığı görülmektedir. Maden ve Petrol İşleri Genel Müdürlüğü (MAPEG)’in web sitesinde bu tür ilanlara sık sık rastlandığı görülmektedir. Örneğin kısa süre önce 286 farklı alanın olduğu 160. Grup ihalesi 14 Temmuz 2020 tarihinde tamamlanmış, bu ihalede alıcısı çıkmayan 245 sahanın ihalesinin daha sonra tekrar yapılacağı 20 Temmuz 2020 tarihinde duyurulmuştur. Yine Resmi Gazete’de 18 Haziran 2018 tarihinde 616 farklı alan için ilana çıkıldığı bilinmektedir.
Bu tür ihalelerin son yıllarda hızla artması ve ülkenin her tarafının birer maden ocağına dönüşüyor olmasını sorgulamak gerekmektedir. 2004 yılında yürürlüğe giren 5177 sayılı yasayla büyük ölçüde değişikliğe uğrayan 3213 sayılı Maden Yasası ülkedeki bütün yer altı kaynaklarının sermayenin hizmetine sunulmasını sağlamış ve bu süreçte sermayenin önüne çıkan engeller, iktidarın anayasaya aykırı şekilde değiştirdiği yönetmelik ve genelgelerle tek tek aşılmıştır.
Atmış (2017)’ın verdiği bilgilere göre; bu değişikliklerden sonra en iyi nitelikteki ormanlarda bile taşocağı dahil her türlü maden arama ve işletme olanağı getirilmiştir. Orman alanlarındaki madencilik çalışmalarının kolaylaştırılmasından sonra dünyanın sayılı ekosistemine sahip olan Kazdağları, Bursa, Ordu, Artvin gibi yörelerin yerli ve yabancı firmaların madencilik faaliyetleri için gözden çıkarıldığı kamuoyunun gündemine defalarca gelmiştir. Yerli ve yabancı iş çevrelerinin baskıları sonucu çıkarıldığı belirtilen bu yasa ve ardından çıkarılan yönetmelik ve genelgelerle; ormanlar, ağaçlandırma sahaları, özel koruma bölgeleri, milli parklar, meralar, sit alanları, su havzaları, kıyı alanları, turizm bölgeleri, askeri yasak bölgeler ve şahsa ait özel alanlar madencilik faaliyetine açılmıştır.
2003-2006 yılları arasındaki dört yıllık sürede orman alanlarında verilen maden işletme izni sayısı yılda ortalama 1218’den 2007 yılında 2089’a, maden tesis izni sayısı ise 576’dan 2211’e yükselmiştir. Aynı dönemde maden işletme izin alanı; 3637 hektardan, 11168 hektara, maden tesis izin alanı da 434 hektardan, 2146 hektara çıkmıştır. Bu durumda Maden Yasası ve yönetmeliklerdeki değişikliklerden sonra maden işletme ve tesis sayı ve alanlarının önceki dört yılın ortalamasının dört katına kadar çıktığı görülmektedir. Maden tahsislerin sadece Maden Kanunu’nun ve ilgili yönetmeliklerin değiştirildiği yıllarla sınırlı kalmamıştır. AKP’nin 13 yıllık iktidar dönemiyle, AKP öncesi 13 yıllık dönem karşılaştırıldığında; maden tahsis adedi öncesindeki 13 yılda yıllık dönemde ortalama 1087’den AKP döneminde %142’lik artışla 2630’a yükseldiği tespit edilmiştir. Önceki dönemde yılda ortalama 2483 ha orman alanı madencilik faaliyetleri için tahsis edilmişken, AKP döneminde %172 artarak 6758 ha’a çıktığı görülmektedir (Tablo 6). Bu artışların ormanları parçalı hale getirdiği ve orman ekosistemini yok ettiği göz ardı edilmektedir. Ormanların ormancılık dışı amaçlarla kullanılması bu kadar hızlı bir şekilde devam edilmesi durumunda yakında orman ekosistemlerini tek parça olarak görmek mümkün olmayacaktır (Atmış, 2017).
Tablo 6. Maden işletmesi ve tesisi için tahsis edilen orman alanları (Atmış, 2017)
AKP
Öncesi Dönem |
Yıl | Adet | Alan (ha) | AKP
Dönemi |
Yıl | Adet | Alan (ha) |
1989 | 1173 | 2104 | 2003 | 1454 | 3780 | ||
1990 | 934 | 2253 | 2004 | 1111 | 3558 | ||
1991 | 863 | 1330 | 2005 | 2065 | 4257 | ||
1992 | 873 | 3367 | 2006 | 2350 | 4689 | ||
1993 | 981 | 1996 | 2007 | 3042 | 7907 | ||
1994 | 1112 | 3028 | 2008 | 4262 | 10693 | ||
1995 | 1269 | 2714 | 2009 | 3420 | 8041 | ||
1996 | 1192 | 1955 | 2010 | 2811 | 5440 | ||
1997 | 1311 | 2787 | 2011 | * | * | ||
1998 | 1129 | 3313 | 2012 | 2810 | 6336 | ||
1999 | 1016 | 2714 | 2013 | 2187 | 5872 | ||
2000 | 982 | 2503 | 2014 | 3540 | 11754 | ||
2001 | 1298 | 2214 | 2015 | 2505 | 8765 | ||
Toplam | 14133 | 32278 | Toplam | 31557 | 81092 | ||
Ortalama | 1087 | 2483 | Ortalama | 2630 | 6758 |
*2011 yılındaki verilere ulaşılamamıştır.
İhaleye çıkan maden arama ve işletme sahalarının koordinatları incelendiğinde, bu alanların da çoğunlukla orman ve mera alanlarına denk geleceği, tarım alanlarının da bu alanlar içinde yer alacağı görülecektir. Ülkeyi “kalkındırma” iddiasındaki iktidar, sanayi ve hizmet sektörünü geliştirerek sağlayamadığı kalkınmayı, kendince ülkenin ormanlarını, meralarını ve ovalarını yerle bir ederek “kalkınma” gayreti içindedir. Örneğin; ihracat gelirlerinin arttırılması hedeflenerek mera ve ormanlardan altın, gümüş, bakır, kurşun, mermer gibi ürünlerin çıkartılıp yurtdışına hammadde veya yarı mamul madde olarak satılması son yıllarda hız kazanmıştır. Bir diğer önemli neden inşaat sektörünün talepleridir. İnşaat sektöründe ihtiyaç duyulan mermer, taş, çimento, demir, bakır vb madenlerin rahatlıkla mera ve orman alanlarından çıkartılması sağlanmıştır. Bu uygulamalar sanayi ve hizmet sektörünün bir türlü geliştirilememesinden ötürü ekonominin lokomotifi olarak varsayılan inşaat sektörünün maliyetlerini düşürmek, sektörü ayakta tutmak uğruna yapılmıştır. Öyle maden sahaları oluşmuştur ki, İstanbul, Bursa, İzmir gibi inşaat sektörünün yoğun olduğu bölgelerde çevredeki mera ve ormanlar delik deşik edilmiş ve bu alanlardan çıkarılan malzemeler inşaat sektörüne ucuz hammadde olarak verilmiştir.
Mera ve orman ekosistemlerinin paramparça edilmesi demek; orada yaşayan yaban hayatını yerinden etmek, bitki ve ağaçların gelişimini olumsuz etkilemek, alanları erozyon ve toprak kaymasına açık hale getirmek demektir. Ülkedeki tarım ve hayvansal ürünler üretiminde yaşanan yetersizliklerin varlığının farkına varıldığı ve bu ürünlerin çoğunun yurt dışından ithal edilmek zorunda kalındığı bu günlerde, mera ve tarım alanlarının madenlerle paramparça edilip, yok edilmesi ülkenin gıda güvenliğini de tehdit edecektir. Afrika kıtasının doğal varlıklar bakımından en zengin kıtalardan biri olduğu halde, yer üstü ve yer altında bulunan bütün varlıkları uluslararası şirketler tarafından sömürüldüğü için, insanları en fakir kıtaya dönüştüğünü unutmamak gerekir.
Türkiye’de mera ve orman ekosistemleri ile tarım alanlarının gördüğü ve göreceği bu zararı ve karşı karşıya olduğu bu büyük tehdidi görmezden gelerek bu tür “kaba” madencilik çalışmalarına devam edilemeyeceği çok açıktır. Zaten ülkenin birçok yerinde, yerel halk ve sivil toplum örgütleri, bu tür madencilik faaliyetlerinin yörelerindeki havayı, suyu, toprağı, ormanı, merayı, tarlayı yok ettiğini görünce isyan etmektedir. Çanakkale Kirazlı’da, Artvin Cerattepe’de, Ordu Fatsa’da, Bursa Kirazlıyayla’da ve birçok ilimizde benzer projelere karşı sürdürülen mücadeleler kamuoyunun gündemine sık sık gelmektedir. Ne yazık ki bu tür tepkilerin birçoğu, projenin son aşamasına gelindiği için projenin iptalini sağlayamamaktadır.
Ülkenin doğasını ve kültürünü yok ederek, gıda güvenliğini riske atacak, insanları işsiz bırakıp, yerinden yurdundan edecek bu büyük tehdit, iktidarın yanlış ekonomi politikalarından kaynaklanmaktadır. İktidarı bu yanlış politikalardan vazgeçirmek için, bu büyük yanlışın henüz daha başında, maden sahalarının ihale aşamasında ortaya konacak mücadelenin, bütün toplumu kucaklayacak şekilde yapılması zorunludur. Bunun için ulusal ve yerel düzeydeki tüm yaşam savunucularını göreve çağırıyoruz.
KAYNAKLAR
Atmış, E., 2017. Türkiye’de Politika, Toplum ve Ormancılık. Ormancılık Politikaları ve Orman Köylülerinin Durumu. Yayına Hazırlayanlar: Kula, O. B., Durmuş, Ş., CHP Yayını. Yayın No: 2. ISBN 978-605-8596-87-0. S. 41-68. Ankara
Birgün Gazetesi, 2016. Doğu Karadeniz’deki 6 kentin yüzde 38,7’si madenlere ayrılmış. 08.04.2016. https://www.birgun.net/haber/dogu-karadeniz-deki-6-kentin-yuzde-38-7-si-madenlere-ayrilmis-108546
Tema Vakfı, 2020. Kaz Dağları Yöresi’nde Madencilik. Tema Vakfı yayını. 39 Sayfa. http://www.tema.org.tr/web_14966-2_1/entitialfocus.aspx?primary_id=2362&target=categorial1&type=2&detail=single
Savaşa, Nükleer Silahlara ve Nükleer Santrallara Hayır! Nükleer Santrallar Nükleer Silah Hammaddesi Üretiyor!
1945’te New Mexico çölünde, Amerikalı bilim adamları atom çağının başlangıcını işaret eden ilk nükleer silah testi olan “Trinity”yi gerçekleştirdiler. Trinity sınavından önce bile, ulusal liderler nükleer silahların iç ve dış politika üzerindeki etkisini tartıştılar. Atom Bilimcileri Federasyonu ve Pugwash Bilim ve Dünya İşleri Konferansı gibi profesyonel dernekler aracılığıyla, nükleer silah politikası hakkındaki tartışmalar yapan bilimsel topluluklar vardı.
75 yıl önce 6 Ağustos 1945’te, II. Dünya Savaşı’nın sonuna doğru, “Küçük Çocuk” adı verilen atom bombası Hiroşima’da patlatıldı. 12.500 ton TNT’ ye eşdeğer bir verimle patlayan bomba patlaması ve termal dalgası yaklaşık 50.000 binayı (2.Genel Ordu ve Beşinci Bölümün merkezi de dahil olmak üzere) yok etti ve 70.000-80.000 insanı doğrudan öldürdü ve toplam ölen sayısı 90.000-146.000 ulaştı.
“Şişman Adam” adı verilen 2. bomba ise 9 Ağustos 1945’te Nagazaki’de patlatıldı, şehrin %60’ını yok etti ve 35.000-40.000 insanı doğrudan öldürdü, ancak bir süre sonra 40.000’e kadar ek ölüm meydana gelmiş olabileceği söylendi.
Daha sonra dünyanın nükleer silah stokları büyüdü.
“Crossroads” Operasyonu ise 1946 yazında ABD tarafından Pasifik Okyanusu’ndaki Bikini Atoll ‘de yapılan bir dizi nükleer silah denemesiydi. Amacı, nükleer silahların gemiler üzerindeki etkisini test etmekti. “Crossroads” Operasyonunu iptal etme baskısı bilim adamları ve diplomatlardan geldi. Manhattan Projesi bilim adamları, daha fazla nükleer testin gereksiz ve çevre açısından tehlikeli olduğunu savundu.
Dünya üzerinde ne kadar nükleer silah olduğu tam bilinmiyor. Farklı araştırma kurumları birbirine yakın farklı sayılar sunuyor. Bunlar derlendiğinde nükleer silah sayısının 14 bin 995’e kadar çıktığı tahmin ediliyor. Bu silahlar genelde ‘caydırıcı güç’ olarak görülüyor ve elinde bu silahları bulunduran ülkeler askeri güç olarak diğer ülkeler üzerine ciddi baskı ve hakimiyet kuruyor.
6 Ağustos 1945’te Hiroşima ve 9 Ağustos 1945’te Nagazaki’ye atılan atom bombası sonucu yaşamını kaybeden yüz binlerce kişiyi saygıyla anıyoruz.
80 yıl önce nükleer enerjinin Dünya’yı kurtaracağı öne sürülmüştü. Bugün ise Dünya nükleer enerjiden kurtulmaya çalışıyor.
Gerçekten de gelişmiş ülkelerin pek çoğu nükleer yatırımlarını azaltarak, enerji politikalarını, temiz ve yenilenebilir enerjiye endeksli olarak yeniden düzenliyorlar.
Ancak, çoğu zaman Endüstrileşmiş Ülkeler, artık kendi halkı için uygun görmedikleri nükleer santralları da işsiz kalan nükleer sektörlerini kurtarmak amacıyla, diğer ülkelere pazarlamaya çalışıyorlar.
Çernobil Faciası henüz akıllarda iken bu kez de Japonya’da Fukuşima Nükleer Santralında yaşanan sorunlar göz ardı edilmemelidir. Kaldı ki risklerini, radyasyon ve atık problemlerini, bir türlü önlenemeyen kazalarını bir yana bıraksak bile, nükleer santrallar dünyanın en pahalı ve ülkelerin ekonomisini olumsuz etkileyebilecek bir enerji seçeneğidir.
Kağıt üstünde düşük hesaplanan, hep ucuzmuş gibi gösterilen nükleer enerji birim fiyatları, hiçbir zaman gerçekleşmemiştir. İlk yatırım ve normal işletim maliyetleri çok yüksek olan nükleer santraller, 35-40 yıllık ekonomik ömürleri boyunca sıkça karşılaşılan kazalar, ek güvenlik önlemleri, devre dışı kalmalar, bakımlar ve onarımlar nedeniyle aslında enerjiyi çok pahalıya üretmektedirler. Üstelik bu maliyete, atıkların saklanması için harcanacak yüksek paralar ve söküm giderleri de dahil değildir.
Asla hesaplanamayacak olan bir başka bedel ise, herhangi bir nükleer kaza sonrası ortaya çıkan veya çıkacak olan toplumsal ve çevresel maliyettir.
Ortalama gücü 1000 MW olan bir nükleer santral, yılda yaklaşık 27 ton yüksek düzeyli, 250 ton orta düzeyli, 450 ton düşük düzeyli atık üretmektedir. Bu atıklar ve tükenmiş yakıt çubukları, 20-30 yıl reaktörün içindeki ya da yanındaki havuzlarda radyasyon düzeyinin düşmesi için bekletilir. Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı (IAEA) 1977 yılı sonunda reaktör sahalarında ya da geçici depolarda, 200 000 ton tükenmiş yakıt çubuğu olduğunu hesaplamıştır. Yılda ortalama 10 500 ton artan bu rakamın günümüzde %70 kadar artarak 340000 tonu aştığı hesaplanabilir. California’nın güneyindeki San OnofreNükleer Santrali’nde, nükleer atıkların saklandığı beton variller, reaktöre yürüme mesafesinde, kalın betonun içinde muhafaza ediliyor. Bunlar, hükümet verilerine göre son 60 yıldır Amerika’daki nükleer santrallerden çıkan 70 bin ton atığın sadece çok küçük bir bölümü. Almanya kaya tuzu ile bu işi çözmeye çalışırken Finlandiya ve İsveç yerin altında granit taşlı depolar inşa etti. Fransa, 80 bin metre küplük bir alana radyoaktif maddeleri depolayıp, burayı 160 milyon yıldır değişmeyen kil tabakası ile kaplayacak. Ancak yer altındaki bu alan, nasıl korunacak?
Nükleer teknoloji, aradan geçen bunca yıla karşın nükleer atıklar için son depolama sorununu çözebilmiş değildir.
AB üyesi ülkelerin taraf olmak zorunda olduğu Aarhus Sözleşmesi göz önünde tutularak tüm enerji yatırımları halkın bilgisi dahilinde, halkın kararları ile ve yerelin (bireyler, belediyeler ve kooperatifler) sahipliğinde gerçekleştirmelidir.
Avrupa Komisyonu tarafından 11 Aralık 2019 tarihinde 2050 yılına kadar iklim nötr bir kıta oluşturma hedefi doğrultusunda yeni bir büyüme stratejisi olan Avrupa Yeşil Mutabakatı yayımlanmıştır. AB sanayisinin 2050 yılına kadar dönüşümünü hedefleyen Mutabakat kapsamında sanayiden tarıma, ulaştırmadan enerjiye kadar birçok sektörde AB mevzuat ve politikaları gözden geçirilmektedir. Avrupa Yeşil Mutabakatı kapsamında ortaya konan hedeflere ulaşılmasına destek olmak amacıyla, Avrupa Komisyonu tarafından Ufuk2020 Programı kapsamında 1 milyar Avro’lukyeni bir çağrıya çıkılacaktır. Türkiye’deki kuruluşlar tarafından da bu hibe desteğine başvuruda bulunulabilecektir. (https://ec.europa.eu/info/research-and-innovation/strategy/european-green-deal/call_en)
Bu gerçeklerden yola çıkarak, ülkemizin Avrupa Birliği “yolunda” enerji politikasının yeniden şekillendirilmeye çalışıldığı, özellikle enerji sektörümüzün yeniden yapılandırıldığı bu süreçte önceliklerimizin ve tercihlerimizin; artık nükleer enerji ve fosil enerji kaynaklarından yana değil, yenilenebilir enerji kaynaklarından, enerji verimliliğinden, daha az enerji kullanımlı teknolojik ve üretim tercihlerinden yana olması zaten kaçınılmazdır.
Gelinen noktada ve sonuç olarak Nükleer ve Fosil Yakıt teknolojilerine değil, Yenilenebilir Enerji Kaynakları, Enerji Verimliliği konusunda somut adımlar atılmalı ve bu alanlara yatırım yapılmalıdır.
Türkiye Çevre Platformu Dünya Çevre Günü Basın Açıklaması
2020 yılında 5 Haziran Dünya Çevre Gününü, Koronavirüsün küresel ölçekteki salgın tehdidi altında kutluyoruz.
Yaşamakta olduğumuz küresel kriz bir kez daha gösterdi ki, insanlık bir parçası olduğu doğanın sahibi gibi davranmaktan ve bir avuç insan topluluğunun önüne geçilmez kâr hırsı ile doğal değerleri talan etmekten ve yağmalamaktan vaz geçmez ise bugünden geleceğe insanlığın yaşamını sürdürmesi neredeyse olanaksız olacaktır.
Gördük ve anladık ki, “kriz küresel çözüm de küresel”. Çünkü krizin temel nedeni küresel ölçekte iklim değişikliği ve buna yol açan doğanın tahribidir.
Ancak görüyoruz ki, kriz bu düzeyde ciddi olarak yaşamımızı tehdit etmesine karşın bundan ders almamakta direniyor ve bu krizi aşacak köktenci tedbirleri almaktan, bu temelde bir programla kaynaklarımızın kullanımı yerine, kimi tıbbi, sosyal, yasal, güvenlik temelli tedbirlerle bu süreç aşılmaya çalışılıyor.
Diğer yandan kriz öncesi planlanmış ve yürütülmekte olan doğayı tehdit eden, doğal değerleri talan eden uygulama ve yatırımlara devam edilmekte ve ülkenin kaynakları ağırlıklı olarak geri dönülmez, artı değer yaratmayacak üretim odaklı olmaktan uzak biçim ve nitelikte harcamalarla tüketilmektedir.
Ülkemiz bütünlüğünde baktığımızda Dünya Çevre Gününü, Sorunlarımız ve Kaygılarımızın bugün dünden daha bir artmış olarak karşılıyoruz.
Anadolu topraklarında yaşamını sürdüren çevre duyarlısı tüm yurttaşların yıllardır süren karşı duruşlarına, birbiri ardına yapılan ertelemelere ve ihale iptallerine karşın ülkeyi yönetme sorumluluğunu üstlenmiş siyasal irade ısrarla, inatla nükleer ve kömürlü termik santralleri yapma çabasını sürdürüyor.
Tüm hukuk kurallarını altüst edercesine, siyasal iradenin düzenlemeleriyle birbiri ardına yapılan nükleer santral ve kömürlü termik santral antlaşmaları doğrultusunda inşaat ve ihale süreçleri devam ediyor. Bunun önündeki kimi hukuksal engelleri de aşacak tedbirler, yasa değişiklikleri birbiri ardına yapılıyor. Yağma ve talan adeta yasallaştırılıyor, olağan kılınıyor.
Ülkenin hemen her bölgesinde su kaynaklarımız, akarsularımız adeta özelleştirilerek, hidro elektrik santral (HES) yapma adına işgalleri sürüyor. Ülkenin doğal su kaynaklarının ticarileştirilmesi ile su kaynaklarımız yok edilmekle karşı karşıya. Buna karşın doğal su kaynaklarının doğal sahibi olan yöre halkı bu talana karşı ayağa kalkmış, direniyor, isyan ediyor. Halkın çığlığı, yaşamını sürdürme talepleri derelerle, ormanlarla, göllerimizle, doğal değerlerimizle kucaklaşıyor.
Kıyılarımız, vahşi dolgu çalışmaları ile bir yandan doğal değerlerini yitirmeye, bir yandan da hızla özelleştirilerek işgal ve talan edilmeye devam ediliyor.
Madenlerimizin vahşice talanı, taşocaklarının, son derece keyfi ve bilim dışı, plansız uygulamaları ile orman alanlarının yok edilmesi küresel kriz ortamında adeta meydan okurcasına hız kesmeden sürüyor. Doğal toprak yapısı değiştirilerek yaşama dair riskler hızla büyüyor.
Orman alanları, tarım alanları rant yaratma çabası ile, bilimdışı tüm argümanları içeren sözde planlama çalışmalarının da kattığı hız ile yerlerini konut ve sanayi yapılarına terk ederek tüketilmeye devam ediliyor.
Geri ve kirli teknolojiler yangından mal kaçırırcasına ülkeye yayılıyor. Yaşam alanlarımız, geri ve kirli teknolojilerin, özellikle nükleer ve plastik atıkların çöplüğü olma yolunda ilerliyor.
Buna karşın küresel ölçekte, yaşanmakta olan bu kriz yıllar öncesinden biliniyor ve bu doğrultuda ciddi bir zaman kaybedilmiş ve yetersiz olmasına karşın kimi adımlar atılmış olup, bugün yaşanmakta olan krizden alınan dersler temelinde daha ciddi adımların atılmasının planladığını gözlemliyoruz.
2015 Paris antlaşması ile BM düzeyinde bir programa dönüşen “Küresel Yeşil Plan”ın ardından dünyanın dört bir yanında ülkelerin ekonomik iyileşme paketlerinin kararlaştırıldığı bu günlerde, Avrupa Birliği yeni iyileşme paketini kamuoyuyla paylaştı.
Açıklanan paketin, bugüne kadarki en büyük yeşil yatırım planı olabileceği öngörülüyor.
AB devlet ve hükümet başkanlarının, 18-19 Haziran tarihlerinde gerçekleşecek Avrupa Konseyi’nde, Avrupa Komisyonu’nun bu teklifini görüşmesi bekleniyor.
AB’nin karbonsuz teknolojilerle enerji dönüşümünü destekleyen bu iyileşme paketiyle, diğer ülkelere örnek olabilecek yüksek bir kıstas oluşturabileceği belirtiliyor.
Korona virüsü nedeniyle oluşan krizin ekonomik yansımalarıyla mücadele amacıyla hazırlanan kurtarma paketi, 2021-2027 yılları için AB bütçesinin güncellenmiş taslak önerisiyle birlikte sunulacak.
Son birkaç haftada, Avrupa’daki hükümetlerin, iş dünyasının ve toplumun yeşil bir ekonomik iyileşme talep ettiğini gösteren çok sayıda gelişme birbiri ardına yaşanıyor.
TÜRKİYE ÇEVRE PLATFORMU(TÜRÇEP), Koronovirüs salgın sürecini “Sorun Küresel, Çözümde Küresel” olarak tanımlamış ve bu yaklaşımını ayrıntılı olarak geçtiğimiz günlerde kamuoyu ile paylaşmıştır.
Bu temelde Türkiye Çevre Platformu, tüm çevre dostlarının, doğayla barışık yaşamı benimseyenlerin taleplerinin, halkın yükselen çığlıklarının mutlaka dikkate alınması konusunda ülkeyi yöneten iradeyi bir kez daha ısrarla uyarıyor, krizin aşılması ve böylesi krizlerle tekrar karşı karşıya kalınmaması için küresel ölçekte yapılması öngörülen çalışmalara katılmaya, katkı sunmaya, destek vermeye ve bu çalışmalara paralel olarak ülkemizin gereksinimi olan planlamaları acilen yapmaya çağırıyor. Ülke çapında süren bu yağma ve talan ile doğa katliamının durdurulmasını, yaşama dair riskleri artıran politikalardan derhal vazgeçilmesini talep ediyor. Ve çözüm odaklı önerilerini ülkeyi yöneten iradeye sunuyor, duyarlı yurttaşlarımızla paylaşıyor.
*Temiz ve yenilenebilir enerji kaynaklarının (Güneş, rüzgâr, jeotermal, biyoenerji vb.) kullanımı ile enerjinin etkin kullanımı ve %100 Yenilenebilir Enerjiye geçilmelidir.
*Sinop ve Akkuyu da yapılması öngörülen Nükleer santral antlaşmalarından ve tabii ki ülkeyi bir nükleer çöplüğüne dönüştürme girişimlerinden derhal vazgeçilmelidir.
*Hiçbir bilimsel değerlendirme içermeyen, doğa katliamına dönüşmüş, dönüşecek olan;
-Binlerce HES yapılanmalarından vazgeçilmelidir.
-Termik santrallerin çalışması durdurulmalı yenilerinin yapımlarından vazgeçilmelidir.
-Kıyıların doldurulması ve işgaline son verilmelidir.
-Kanal İstanbul vb. “çılgın!” projelerden vazgeçilmeli, doğa dostu akıllı projeler yaşama geçirilmelidir.
*Orman alanları ile Tarım alanları mutlaka korunmalıdır.
*Tarımda ciddi teşvik ve destek programlarıyla çiftçilerimiz, tarım işçileri desteklenmelidir. Tarımda kullanılan kimyasalların sulama ve yeraltı su kaynaklarına karışarak çevre sorunları yaratması önlenmeli, kimyasal madde kullanılmadan yerel tohumların kullanımı özendirilmelidir.
*Türkiye’nin Plastik atık çöplüne dönüşmesinin önüne geçilmelidir.
*Elektrikli taşıtların kullanımı için alt yapı çalışmaları hızlandırılmalıdır.
5 Haziran Dünya Çevre Günü’nde bir kez daha uyarıyor ve sesleniyoruz. 2020 yılı doğa ile barışık yaşamın dönüm noktası olmalıdır. Unutulmamalıdır ki, doğal değerlerin ve yaşanabilir bir çevrenin yok edildiği bir evrende yaşamın sürdürülebilir olmaktan çıkması kaçınılmazdır.
14 MAYIS DÜNYA ÇİFTÇİLER GÜNÜNDE YETKİLİ VE İLGİLİLER TARIM ÜRÜNLERİNDE İTHALAT YERİNE YERLİ ÜRETİME DESTEK VERMELİ, ÇİFTÇİ SORUNLARINA ÇÖZÜM ÜRETMELİDİR.
Dünya korona virüs ile uğraşırken tüm dünyada tarımın ve çiftçilerin ne kadar önemli bir yeri olduğu açıkça ortaya çıkmıştır.
2,5 aylık dönemde virüsten ölenlerin sayısı 273000 kişiye yaklaşmasına rağmen dünyada 2,5 ayda açlıktan ölen çocuk sayısı 616.500; yetişkin sayısıyla birlikte 1.258.000 kişi olduğu dikkate alınırsa en tehlikeli virüs AÇLIKTIR!..
Yakın gelecekte açlık, gıda ve su savaşları kaçınılmaz olarak karşımıza çıkacaktır. Bunların önüne geçebilmek için çiftçimize ve tarımımıza gereken önemi ve desteği vermemiz gerekmektedir.
Türkiye de 2009 yılında TÜİK verilerine göre 38.912.000 hektar tarım arazisi mevcut iken 2019 yılında 37.712.000 hektar tarım arazisine gerilemiştir. Yani on yıl içerisinde 1.200.000 hektar tarım arazisi yok olmuştur.
Bu ülkemiz için çok büyük bir kayıptır.
Bu gerilemenin başlıca nedeni tarımın desteklenmemesi ve tarım alanlarının imara açılmasıdır.
Tarım Bakanlığının hazine arazilerinin 9.000.000 metrekare = 900 hektarının tarıma açılacağını açıklaması tarım alanı niteliğinde olmak kaydıyla yerinde ama yetersiz bir girişimdir. Yılda 120.000 hektar tarım arazisi kaybedilirken 900 hektar tarım arazisi ilave etmek devede kulak kalmaktadır.
2002 yılında tarım alanlarımızın 26.579.000 hektarı ekilirken, 2019 yılında 23.094.000 hektarı ekilebilmiştir. Bu da demektir ki her yıl 193.600 hektar tarım arazisi artarak 18 yılda 3.500.000 hektar arazi daha ekilmemiş olup çiftçimiz tarlasını ekmekten ve tarımdan adım adım uzaklaşmakta ve ülkemiz kendi kendine yeten bir tarım ülkesi olmaktan giderek çıkmaktadır.
Tarım alanlarımızın 37.000.000 hektar olmasına rağmen 2019 yılında 23.094.000 hektarının ekilmesi, diğer bir deyişle yaklaşık 14.600.000 hektar tarım arazisinin (ki bu toplam tarım arazisinin %40’ı demektir)tarım dışı kalması asıl sorunumuzdur ve bu büyük bir tehlikededir.
Özetle; “Köylü Milletin Efendisidir” ilkesinden uzaklaşılmış üreten köylü ve çiftçimiz yeterince desteklenmemiştir ve de desteklenmemektedir.
ÇÖZÜM ÜRETİLMELİDİR.
İlgililerin ve kamuoyunun bilgisine sunulur.
TÜRKİYE ÇEVRE PLATFORMU
Hazırlayanlar: Eskişehir Çevre Koruma ve Geliştirme Derneği ve Ata Tohum Takas Grubu
Nükleer santrallerin yapımı ve çalıştırılması Dünya’nın gündeminden çıkmalıdır. Ülkemizdeki nükleer santral inşaatı derhal durdurulmalı, planlanmış santral projeleri iptal edilmelidir.
Bu gün 26 Nisan 2020; 1986 da Çernobil’de yaşanan ve çok geniş bir çevrede felakete yol açan facianın 34. yıldönümü.
İnsanlık,1945 yılında Hiroşima ve Nagazaki’ye atılan atom bombaları ile yaşatılan unutulamaz insanlık ayıbıyla ve büyük acıyla nükleer silahların canlılara yönelik tehdidi ile yüzleşti.
Çernobil kazasının bilinen sonuçları:
-Zorunlu göç ettirilen insan sayısı yaklaşık 400 bin kişi
-Radyoaktif kirlenmeye maruz kalan alan 160 bin Km2 (Türkiye yüz ölçümünün yaklaşık beşte biri)
-Kazadan etkilenen insan sayısı 9 milyon kişi
-Kazadan sonra temizlik işlerinde çalıştırılan insan sayısı 800 bin kişi
Bu faciadan sonra nükleer enerji ve santrallere karşı evrensel düzeyde bir mücadele sürüyor.
Türkiye Çevre Platformu, facia anında kaybedilen canların yanı sıra, reaktörden binlerce kilometre uzaklığa kadar ulaşan radyoaktif bulutun ve yağan yağmurlarla toprağa düşen radyoaktif kalıntıların Türkiye de dahil binlerce kilometre karelik bir alanda birçok ülkeyi ve insanı yaşamsal düzeyde etkilediğini ve etkilerin halen devam etmekte olduğunun bilincindedir.
Yörede yaşanan yangınlarla yeniden gündeme gelen bu nükleer santral kazasını 34. yılında bir kez daha anımsatmayı ve ülke gündemine taşımayı bir görev ve sorumluluk olarak bilmektedir.
Türkiye Çevre Platformu kuruluşundan bu yana nükleer santrallere karşı mücadelesini kesintisiz olarak, amasız, fakatsız sürdürmektedir.
2050 yılında küresel elektrik üretiminin %50 sinin yenilenebilir kaynaklardan oluşması hedeflenmektedir. Nükleer santrallerin kuruluş ve işletme maliyetleri, santrallerin işletme ömürlerinin tükenmesi sonrasında atıkların bertaraf ve depolanmasının maliyetleri ile üretilen enerjinin çok büyük bir bölümünün doğrudan reaktörlerde kullanıldığı da değerlendirildiğinde nükleer enerji üretimi ve santrallerin inşası da küresel olarak toplam enerji üretimi içinde önemini hızla kaybetmektedir.
Örneğin ABD’de 30 yıldan beri yeni nükleer santral siparişi verilmemektedir. 2013’te dört reaktör 2014’te bir reaktör daha kalıcı olarak kapatılırken Kapatılma nedenleri olarak;
Diğer bir deyişle nükleer teknolojinin elektrik üretimi için kullanılmasının da sonu gelmişti.
-Yenilenebilir Enerji üretim maliyetleri; geliştirilen teknoloji ile tüm diğer enerji kaynaklarının ve elbette nükleer enerjinin maliyetlerinin çok altındadır. -Geliştirilen teknoloji ürünleri ile kriz dönemlerinde yerel olarak yönetim kabiliyeti tüm diğer enerji üretim modellerinden daha kolay ve sonuç alıcıdır. -İstihdama katkısı tüm diğer enerji kaynaklarının üretim süreçlerinden karşılaştırılamaz düzeyde fazladır.
-Doğa ve canlıların yaşamı açısından bir risk oluşturmamaktadır.
Türkiye Çevre Platformu tüm bu gelişmeler nedeniyle ve küresel düzeye ulaşan korona virüs krizinin yaşanmakta olduğu bu dönemde, böylesi ve çok daha riskli krizlerin tekrar yaşanmaması için nükleer santrallerin sürmekte olan inşaatlarının durdurulmasını, yeni nükleer santrallerin planlanmamasını bir zorunluluk olarak değerlendiriyor.
Türkiye Çevre Platformu tüm halkımızı, toplumsal kaynaklarını tüketen, geleceğimizi tehdit eden nükleer santrallere karşı duyarlılıklarını yükseltmeye, durdurulması için mücadelelerini etkinleştirmeye çağırıyor.
Türkiye Çevre Platformu ülkemizi yönetme sorumluluğunu taşıyanları insani bir göreve davet ediyor;
Ülkemizde yapılmakta olan nükleer santral inşaatının derhal durdurulmasını, yapımı planlanan diğer iki santralin yapımından da vazgeçilmesini, enerji üretimi ve kullanımında %100 yenilenebilir enerjiye geçiş için yatırımların hızlandırılması gerektiğini kamuoyunun bilgisine sunuyoruz. 26 Nisan 2020
TÜRKİYE ÇEVRE PLATFORMU
TÜRKİYE ÇEVRE PLATFORMU UYARIYOR…
“SORUN KÜRESEL, ÇÖZÜM DE KÜRESEL”
Korona COVİD-19 gözle görülemeyecek kadar küçük bir virüs. Birkaç ay içerisinde Dünya’da tüm yaşamı adeta durdurdu. Sadece durdurmakla kalmayıp kısa bir süre içinde, insanoğlunun çizdiği tüm sınırları ve okyanusları hızla geçip Dünya’nın neredeyse tümünde 185 ülkede milyonlarca insana ulaştı, bulaştı.
Dünya’daki dolaşımı sürüyor, nereye kadar süreceği, ne zaman duracağı henüz belli değil. An itibariyle, iki yüz bine yakın insanın yaşamını sonlandırdı. Daha da kötüsü yarın ve sonrasında ne olacağını kimse bilmiyor. Somut bir şey söyleyemiyor.
İnsanoğlu tüm tarihsel birikimi, ekonomik ve teknolojik olanaklarıyla aylardır bu salgını durduramıyor. Durdurmak bir yana kayıpları azaltma, kurtarabileceği can sayısını arttırmak çabasında.
Hükümetler, “SORUN KÜRESEL, ÇÖZÜM ULUSAL” sloganıyla toplumsal birikimleri, ekonomik güçleri, yönetim anlayışları ve dayandıkları toplumsal ilişkilerin öncelikleri ile önlemleri ve kurtarma paketlerini tasarlama görevini üstlenerek bu virüs krizi ile mücadelede yarışıyorlar. Bilinmeyen yarınlara karşın bu çabalar ve bu paketler bile önümüzdeki yıllarda toplumları ve ekonomileri şekillendirecek, yeniden yapılandıracak bir ölçeğe daha şimdiden ulaşmış durumda.
Halbuki İnsanoğlu bu türden salgınlara yabancı değil. İnsanlık, tarihi boyunca birçok salgın hastalıklarla ve afetlerle yüzleşmiş. Yerel ya da bölgesel ölçekli krizlerle sancılanıp sürdürülemez hale geldiğinde, eşitsiz gelişim ve üretici güçler seviyesine ve sancının şiddetine bağlı olarak yeni toplum biçimlerine evrilmiş ya da lokal olarak yok olup gitmiştir.
İnsanlık tarihi boyunca yaşanan salgınların, çağımızda küresel boyutlara ulaşması, uluslar, yerel coğrafyalar hatta kıtalarla sınırlı kalmaması günümüzde krizlerin çözümünün küresel bir dayanışmayı gerektirdiğini açıkça gözler önüne sermektedir.
Yaşanmakta olan kriz, küresel bağlantıları daha bir görünür kılmış, ulusal ve bölgesel düzeylerde daha esnek bir toplum vizyonunu güçlendirmiş, aynı zamanda ülkelerin koşulları ve kapasiteleri arasındaki büyük farklılıkları bir kez daha açıklıkla ortaya çıkarmıştır.
Bu nedenle de yaşanmakta olan krizi aşabilmek için uluslararası iş birliği gerekmektedir ve krizle mücadele küresel ortak bağımlılık ve sorumluluk düzeyinde olmalıdır. Küresel ölçekteki yatırımların, en savunmasız ülkeler ve topluluklar da dahil olmak üzere, ihtiyaç duyulan her yere yönlendirilmesi gereklilikten öte adeta bir zorunluluktur.
Krizin aldığı boyut ve ilerleme süreci, küresel ölçekte bir dayanışmayı gerekli kılmakla birlikte, krizin nedenlerini ertelemeden belirleyip, zaman kaybetmeden ortadan kaldırmayı öngören tedbirleri cesaretle uygulamayı zorunlu kılıyor.
Bugün, tüm gezegeni tehdit eden ve yüzbinlerce can alan, almaya da devam eden koronavirüs salgınının nedenini iklim krizinin sonuçlarından ayrı düşünemeyiz.
Kapitalist-Emperyalist sistemin, özellikle 20.yüzyılın ikinci yarısı ve sonrasında bunalımlarını aşabilmek amacıyla bilimsel gelişmenin ürünü, gelişmiş teknolojiyi de kullanarak tükenmez kâr hırsı ile doğaya karşı açılan kontrolsüz bir savaş düzeyinde doğal değerleri yağmalaması ve talanıyla oluşan küresel iklim değişikliği, koronavirüs krizi gibi krizlerin küresel ölçekte oluşmasına neden olmuştur. Ve görünen odur ki korona ve benzeri virüslerin yarattığı krizler ne ilktir ne de son olacaktır.
İklim krizi ve sonuçları tüm gezegeni etkilemekte, başta can kayıpları olmak üzere sınır tanımayan kayıplara neden olmakta, ekonomiler çökmekte, başa çıkılamayan salgın hastalıklar insanlığın geleceğini tehdit etmektedir.
Olağanüstü atmosfer olayları, kasırgalar, hortumlar, yağış rejimlerinin düzensizliği, seller, kuraklık ve çölleşme, eriyen buzullar ve yükselen denizler, söndürülemeyen büyük orman yangınları, yok edilen ekosistemler, kuruyan göller, kaybedilen su kaynakları, kirletilen hava, su, toprak adeta insanlığı sona doğru sürükleyen olgular olarak ve daha sıklaşan periyotlarda yaşanmaktadır.
Fosil yakıtların başta kömürlü termik santrallar olmak üzere yarattığı hava kirliliği yüzlerce kilometreye yayılmaktadır. Buralarda yaşayan insanlar kolayca akciğer ve diğer kronik hastalıklara yakalanmakta ve salgında ilk hedef olmaktadırlar.
Kömür, petrol ve doğalgazın Ulaşım, Sanayi ve Konut sektörlerinde kullanımı hem Küresel İklimi değiştirmekte ve hem de yarattığı hava Kirliliği her yıl milyonlarca insanın ölümüne yol açmaktadır.
Coronavirus ise fosil yakıt kullanımı sonucu oluşan Kronik hastalıklara (kanser, tüberküloz, kalp ve akciğer hastalıkları) yakalanmış hastaları ilaç kullanmasına fırsat vermeden öldürmektedir.
Aşı çalışmalarının en az bir yıl süreceği, başlangıç sürecinde yeterli sayıda test yapılamaması sonucu erken teşhis konulamaması ve Koruyucu Hekimliğin de göz ardı edildiği ülkelerde, (ki bu ülkelere ülkemizi de dahil etmemiz yanlış olmayacaktır) virüsle mücadelenin bir yandan süreyi uzattığı, uzatacağı ve kayıpların çok daha yüksek olacağı açıkça görülmektedir.
Gerekli dersler alınmaz ve gerekenler yapılarak nedenleri ortadan kaldırılamaz ise böylesi krizler, şiddeti ve ödeteceği faturalar artarak, evrendeki canlı yaşam türlerini yok edene kadar devam edecektir.
Türkiye Çevre Platformu, çevre kirliliği ve doğanın yıkımının önlenmesi için mücadelenin ulusal ve evrensel düzeyde yaygınlaşarak ve güçlenerek devam etmesi gerekliliğini, var oluşunun temel gerekçesi olarak öngörmüş ve kuruluşundan bu yana bu temelde mücadelesini artarak sürdürmektedir. İnsan’ la doğa arasındaki ilişkiyi bir bütünlük düzeyinde ele alarak Anadolu coğrafyasında çevre ve doğa ile barışık bir yaşam bilincinin geliştirilmesi, ülkeyi yönetme sorumluluğunu üstlenenlerin uyarılması ve yapılan yanlışlara karşı etkin bir mücadelenin sürdürülmesi için kesintisiz bir çaba içerisindedir.
Türkiye Çevre Platformu, karşı karşıya olduğumuz Korona COVİD-19 krizinin, “SORUN KÜRESEL, ÇÖZÜM DE KÜRESEL” anlayışıyla ele alınıp yerkürenin hemen her metrekaresinde çözüme yönelik adımların yerel ölçekte, sorumlulukla ertelenmeden atılmasını bir zorunluluk olarak görmektedir.
Giderek artan yaşam kaybı yıkıcıdır ve topluluklar ile ekonomiler üzerindeki baskı, nedenleri ortadan kaldırıcı nitelikte ve geniş kapsamlı stratejileri gerektirecektir. Enerjiyi, toplumu, ekonomiyi ve çevreyi benzersiz, bütüncül bir sistemin parçaları olarak gören daha geniş bir perspektife ihtiyaç vardır.
Krizle mücadele kapsamında atılan adımlar, yapılan yatırımlar harcanan kamusal kaynaklar, mevcut sosyo-ekonomik yapılar için bir kurtarma operasyonundan fazlasını sağlamalıdır.
Şimdi, her zamankinden daha fazla, kamu politikaları ve yatırım kararları, politik kaygılardan uzak sürdürülebilir ve adil bir gelecek vizyonu ile uyumlu olmalıdır.
Salgınla mücadele kapsamında teşvik ve iyileştirme önlemleri, ekonomik kalkınmayı ve istihdam yaratmayı teşvik etmeli, sosyal eşitlik ve refahı desteklemeli ve dünyayı iklim açısından güvenli bir yola sokmalıdır.
Hükümet, bu zor anda bir dizi çözüm getirmek için yenilenebilir enerji bazlı bir enerji dönüşümüne başvurmalıdır.
Merkezi olmayan teknolojiler, dönüştürücü sosyal çıkarımlarla vatandaşların ve toplulukların enerji kararlarına daha fazla katılımını sağlar. Daha da önemlisi, enerji açısından fakir topluluklarda uzaktan sağlık bakımı için kanıtlanmış bir yaklaşım sunar ve kriz müdahale sürecine kilit bir unsur ekler.
Salgın hastalıkların olmaması, insanların ve diğer canlıların salgınlara yakalanmaması için kalıcı çözüm olarak kronik hastalıkların ana nedeni olan fosil yakıtların (kömür, doğalgaz ve petrol) atmosfer içinde yakılması durdurulmalı ve %100 Yenilenebilir Enerjiye geçilmelidir. Enerjide dönüşüm süreci, yenilenebilir teknolojileri, endüstrileri canlandırmaya ve yeni işler yaratmaya yardımcı olacak şekilde ve düzeyde hızlandırılmalıdır.
İnsan ve doğa için yaşamsal bir zaruret haline gelen karbon salımının durdurulması için ülke olarak yapılması gerekenler amasız, fakatsız derhal uygulanmalıdır.
Yaşanmakta olan koronavirüs krizi sürecinde, toplumu evde kalmaya yönlendiren tedbirleri fırsata dönüştürerek doğal değerlerin yağmalanması ve talanına devam etme çabalarını ve bunlara fırsat verenleri esefle ve şiddetle kınıyoruz.
Hava, yaşamı olanaklı ve sürdürülebilir kılan bir doğa ürünüdür.
Yaşamı olanaklı kılan su, doğanın sunduğundan başkaca bir biçimde hiçbir şekilde elde edilemeyecek bir üründür.
Bitkileri yaşama sunan ve tarım yapılabilen toprak on binlerce yıla tekabül eden bir sürecin ürünüdür.
Evrenin nefes almasını olanaklı kılan ve yağışları bir doğa olayı olarak evrene sunan ormanlar yüzlerce binlerce yılın ürünüdür. Fosil ormanları ise doğa tarihinin keşfedilmesine hizmet eden dünya mirası oluşumlardır. Fosillerin oluşumu milyon yılları alan bir süreç olup, bilimsel çalışmalar neticesinde yaşanmış jeolojik zamanlara ilişkin iklim ve bitki türleri hakkında bilgi sahibi olunmasını olanaklı kılar.
– Bu doğal değerler hangi nedenle olursa olsun asla tüketilmemelidir. Doğanın sunduğu gibi yaşamın sürdürülebilirliği temelinde kullanılarak varlıklarını doğal ortamlarında sürdürmelidirler.
– Ülkenin dört bir yanında krizin de durduramadığı orman alanlarının hunharca tahribine, hangi nedenle olursa olsun derhal son verilmelidir.
– Toprağı ve suyu kullanılamaz hale getiren siyanürle altın ve diğer maden aramaları derhal yasaklanmalıdır.
– Tarım alanlarının sanayi, yerleşim vb. nedenlerle yok edilmesine olanak verilmemelidir.
– Tarım sektörü teşvik edilmeli, çiftçiler desteklenmeli, yerli tohum odaklı tarım geliştirilmeli.
– Akarsuların ve yeraltı sularının ticari amaçla tüketilmesine son verilmelidir.
– Göllerin ve denizlerin kirletilmesi ve hangi amaçla olursa olsun doldurulması engellenmelidir.
– Sınai üretim ciddi bir disiplin altına alınmalıdır. Eski, kirli teknolojilerle üretim durdurulmalıdır. Gelişmiş temiz teknolojilerle doğayı kirletmeyen nitelikte ve ölçekte üretim esas alınmalıdır.
– Havalandırma ve atık su sistemleri, bilimsel ve teknolojik gelişmişlik çerçevesinde virüslerin oluşması ve yaygınlaşmasına olanak bırakmayacak nitelikte çözümler geliştirilerek yenilenmelidir.
– Sağlık sistemimiz “Koruyucu hekimlik” temelinde yeniden yapılandırılarak geliştirilip güçlendirilmelidir.
– Krizin yoğunlaşarak yayılmasını önlemek ve mücadele sürecini olabildiğince kısaltarak kayıpları azaltmak için bilimsel olarak öngörülen tedbirleri öngörüldüğü ölçekte ve zamanında uygulamaya, evde kalmaya, krizle mücadele eden sağlık emekçilerine ve yaşamı sürdürülebilir kılma çabası içerisinde yaşam riski altında hizmet üreten emekçilere destek olmaya devam edilmelidir.
Yaşanmakta olan küresel krizle birlikte ve sonrasında artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktır.
Böylesi krizlerin tekrar yaşanmaması için;
İnsanın, sahibi olduğunu zannettiği doğanın parçası olan canlıların sadece bir türevi olduğunu unutmadan, Doğa ile barışık, farklıların bir aradalığı temelinde üretim odaklı, kaynakların kullanımında eşitlik, hak ve hukuk anlayışının egemen olduğu ekolojik, katılımcı demokratik bir yaşam biçiminin geliştirilerek yerel ve küresel ölçekte egemen olmasını sağlamak bugünün insanlığının önünde ertelenemez zorunlu bir görev olarak durmaktadır.
O zaman,
Haydi hep beraber görev başına…
TÜRÇEP – TÜRKİYE ÇEVRE PLATFORMU’NUN
KOMŞUMUZ YUNANİSTAN’DAKİ YANGIN FELAKETİ KONUSUNDA
BASIN AÇIKLAMASI
Tarihinin en büyük felaketlerinden birini yaşayan komşumuz Yunanistan’daki büyük yangını ve yangında yaşananları üzüntü ile izliyoruz.
Ateş elbette düştüğü yeri yaktı. Ancak tarihi ve kültürel bağlarımızın olduğu, Yunanistan halkının acısını paylaşıyor yakınlarını kaybedenlere sabırlar diliyoruz.
Küresel ısınma sonucu yaşanmakta olan iklim değişikliği ile beraber yüksek sıcaklıklar ve kuraklık pek çok yörede yangın tehlikesini artırmakta ve büyük çaplı orman yangınlarına neden olmaktadır.
Bilindiği gibi küresel ısınma ve buna bağlı iklim değişikliğinin başlıca nedeni fosil yakıt kullanımıdır.
Yatırımcıları, karar vericileri ve siyasetçileri bir kez daha uyarıyor ve bu konuda duyarlı davranmaya iklim değişikliğini tetikleyen, atmosfere zarar veren girişimleri engellemek için somut adımlar atmaya davet ediyoruz.
Doğa ile barışık, komşuluk, dostluk ve dayanışma temelinde bir yaşamı ilke edinmiş biz Anadolu’nun dört bir yanında yaşam sürdüren dostları olarak Yunanistan’da yaşanan bu felaketi ve acıları felaketimiz ve acılarımız olarak belledik.
Türkiye Çevre Platformu olarak,
Aramızdaki sınırları, ayırımları yok sayarak yaralarımızı sarmak, yok olan yaşam alanlarını yeniden inşa ederek yaşamı sürdürülebilir kılmak ve yaşadığımız coğrafyayı gelecek kuşaklara yaşanabilir değerlerle taşıyabilmek için komşuluk, dostluk ve her türlü insani dayanışma duygularımızla yanınızda olduğumuzu belirtiyor, böylesi büyük bir felakette hayatını kaybedenlerin ailelerine başsağlığı yaralılara ise acil şifalar diliyoruz. 29.07.2018
TÜRKİYE ÇEVRE PLATFORMU (TÜRÇEP) TEMSİLCİLER MECLİSİ Adına
Tanay Sıdkı Uyar- Koordinatör
A.Oktay Demirkan- Genel Sekreter
Türkiye Çevre Platformu (TÜRÇEP) Basın Açıklaması – 11 Eylül 2009
YAŞANAN SEL FELAKETLERİ DOĞAL AFET OLARAK TANIMLANAMAZ.
Günlerdir, aylardır, yıllardır aynı sahneyi yaşıyoruz. Ödediğimiz faturalar da giderek büyüyor.
Yağmurun yağması, bir doğa etkinliğidir. Ancak halkımızın “Kırk İkindi Yağmurları” olarak adlandırdığı yağmurlar yağmıyor artık. Uzun süre yağmayıp, bir anda çok miktarda yağması, sel olup akması da doğal bir afet olarak tanımlanamaz.
Yaşananlar; Ormanları tahrip etmenin ve yağmalamanın, altın çıkarma adına, maden çıkarma adına, doğayı katletmenin, her gün bir yenisi planlanan fosil yakıtlara dayalı termik santrallerin, sürekli olarak ülkemize transferi yapılan kirli teknolojilerin yarattığı küresel ısınmanın sonucudur.
Karşılaşacağınız sonuç çok açık ve bellidir. İklimler değişecektir.
Doğa kendisine yönelen talan ve yağma boyutlu müdahaleye karşı şiddetle, olağandışı düzeyde yanıt verecektir.
Yağmurların yağış yoğunlukları değişecektir.
Depremlerin şiddeti artacaktır.
Topraklar çölleşecektir.
Denizler tsunami ile adeta kükreyecektir.
Elbette sonuç, faturalar, onlarca, yüzlerce binlerce, on binlerce can kaybı, yaralı ve hesap edilemez değer kaybı olarak önümüze çıkacaktır.
Hiç kimse birkaç gündür Marmara Bölgemizde, hemen her yıl Karadeniz Bölgemizde yaşanan sel felaketlerine, can ve mal kayıplarına “doğal afet” diyerek sorumluluklarının üstünü örtmesin. Suçu doğaya yüklemesin.
Ülkemizde çevre dostları, yıllardır doğa ile barışık yaşamanın öneminin altını çiziyor.
TÜRÇEP, bünyesinde örgütlenmiş yüzlerce çevre örgütü, bölge çevre platformları ile yıllardır ülkedeki tüm doğa ve çevre dostlarının sesini, taleplerini, yetkililere, sorumlulara ulaştırmaya çalışıyor.
Çözümler üretiyor. Uygulamaya çağırıyor.
Bunun için eylemler yapıyor, hukuk mücadelesi veriyor, sesinin çıktığınca, gücünün yettiğince haykırıyor, gözaltına alınıyor.
Ormanlarımızı talan etmeyin, Tarım alanlarımızı yok etmeyin, Kıyılar yağmalanmasın,
Denizler doldurulmasın, Karadeniz otoyol projesi örneği doğa katili projelerden artık vazgeçilsin. Kıyı boyunca uzanan yeşil alanlar, ormanlar, dereler yok edilmesin,
Su ve su kaynakları özelleştirilmesin,
Altın aramalarına son verilsin,
İmar planlarını değiştirmek yoluyla yapılan talanlara son verilsin,
İmar planlarının yapımına kent halkı ve uzman bilim kuruluşları katılsın,
Bakın afet alanlarına;
Selimpaşa, birinci sınıf tarım alanları imara açılmış, yazlık konut alanlarında neredeyse toprakla buluşmak olanaksızlaşmış.
Trakya’nın tahıl ambarı, birinci sınıf tarım alanları hızla betonlaştırılarak sanayiye ve konut alanlarına terk edilmiş.
İstanbul çevresi yeşil alanlar, ormanlar hızla imara açılmış, talan edilmiş ve ediliyor.
Köprü yapacağız, otoyol yapacağız diyerek ormanlar yok edilmiş, topraklar betonlaştırılmış.
Bütün bu yapılanların sonucu elbette yaşadıklarımız olacaktır.
Yaşanan sadece sel felaketi değildir.
Dere yatağına yapılmış Tır Parkı’nda ve Ayamama Deresinde ortaya çıkan kimyasal madde dolu bidonların çevreye vereceği zararların ne kadar farkındayız.
Bunlar kimin umurunda?
İnsan yaşamı, doğal çevre, kimyasal maddelerle, atıklarla doğrudan tehdit altında.
Yetkili ve sorumlular ne yapıyor?
İstanbul’un merkezinde dere boyunu imara açanlar, sanayi yatırımlarına izin verenler bu sorumsuzlukları ile yetkilerini kullanmaya daha ne kadar devam edecekler?
Sorumsuz Sorumlulardan hiç mi hesap sorulmayacak!
Yaşadıklarımız DOĞAL AFET değildir.
Bu, açıkça toplu bir CİNAYETTİR, DOĞA ve İNSAN KATLİAMI’dır..
Bu; talan ve yağmanın açık bedelidir.
Bu; rant ve kâra dayalı yönetim anlayışının iflasıdır.
Bu; var olan yönetim anlayışının mutlak değişmesi gerektiğinin açık göstergesidir.
TÜRÇEP, tüm sorumsuz sorumluları, yetkilileri bu talan ve yağma anlayışına son vermeye, bir kez daha DOĞA ile barışık yaşamın gereklerini yapmaya, bu doğrultuda somut adımlar atmaya çağırmaktadır.
TÜRÇEP, herkesi doğal ve çevresel değerleri korumak, yapılan yanlışlara yüksek sesle karşı çıkmak için, daha duyarlı olmaya, yaşam haklarını savunmaya, gelecek kuşaklara yaşanabilir bir dünya bırakmak için sorumlu davranmaya davet etmektedir.
TÜRKİYE ÇEVRE PLATFORMU (TÜRÇEP)
Prof. Dr. Tanay Sıdkı Uyar
Koordinatör
A.Oktay Demirkan
Dönem Sekreteri
YAŞANASI BİR DÜNYA İÇİN, YAŞAMIN HER ALANINDA
KALICI BİR BARIŞ ORTAK ÖZLEMİMİZDİR.
Bugün Dünya Barış Günü.
TÜRÇEP Dünya Barış Gününü umutla, özlemle kutluyor.
Bireyler arasındaki, toplumlar arasındaki ilişkilerin Barış odaklı sürdürülmesi tüm insanlığın çıkarınadır.
Barış, Yaşamın sürdürülebilirliği için elzemdir, yaşamsal bir gereksinimdir.
Bu yıl 1 Eylül, dünden farklı koşullarda yaşanıyor ülkemizde.
Yıllardır konuşulması bile yasaklı olan kavramlar, toplumun tüm kesimlerini saracak biçimde konuşuluyor, çözüm üzerinde tartışılıyor.
TÜRÇEP, bu sorunların çözümü temelinde tüm yaklaşımların yüksek sesle konuşulabilir olmasını son derece önemli bir olumluluk olarak değerlendirmektedir.
Ve bu tartışmaların hem sorun hem de çözüm temelinde ülke dinamiklerince “iş” olarak benimsenerek sürdürülmesini ve Anadolu topraklarında sürmekte olan acının ve yoksulluğun sona erdirilmesini umut etmektedir.
Adına ne derseniz deyin, nasıl tanımlarsanız tanımlayın, Ülkemiz topraklarında yıllardır akmakta olan kanın durdurulmasının, toplum olarak ürettiğimiz değerlerin böylesine heba edilmesinin önüne geçilmesinin, yaşadığımız topraklardaki her bireyin çıkarına olduğunu tespit eder.
Bu topraklarda yaşamını sürdüren, etnik kimliği, dili, dini, cinsi ne olursa olsun her bireyin özgürleşmesi, bireyler, kurumlar arasındaki ilişkilerin demokratikleşmesi ve barışçıl bir nitelik alması, yaşam standartlarımızın iyileştirilmesi, Anadolu topraklarının güler yüzlü mutlu insanlar ülkesi olması umudumuzdur, özlemimizdir
.
TÜRÇEP, doğa-insan ilişkisinin barışçıl nitelikte olması gerektiğini savunan bir kuruluş olarak, toplumların yaşamında Barıştan yana egemen bir duruşa sahiptir.
TÜRÇEP, Anadolu topraklarında, bölgemizde ve tüm evrende Barışın egemen olmasını; Doğa’nın, doğal değerlerimizin korunması ve bu toprakların sürdürülebilir yaşamsal değerlerle gelecek kuşaklara taşınabilirliği açısından son derece önemsemektedir.
Çünkü biliyoruz ki, savaş sadece can almıyor bina yıkmıyor, doğayı çevreyi de yakıyor, yıkıyor, yok ediyor.
Bu anlayış temelinde TÜRÇEP;
1 Eylül Dünya Barış gününde DOĞA İLE BARIŞ’ın kalıcı bir barış ve sürdürülebilir bir yaşam için gerekliliğinin altını bir kez daha çizer.
Yaşamın her alanında Barış’ın egemen olduğu bir Dünya özlemini paylaşır.
Ülkemiz ormanlarının, tarım alanlarının yok edilmesini, madenlerin kâr hırsı ve çıkar amaçlı olarak talan edilerek topraklarımızdaki yaşamsal değerlerin yok edilmesini,
Suyun, su kaynaklarının ticarileştirilerek bir meta haline dönüştürülmesini, kıyıların yağmalanmasını, denizlerin doldurulmasını, yenilenebilir temiz enerji kaynaklarının kullanılmamasını, nükleer santralleri, termik santralleri barışçıl olmayan eylemler olarak değerlendirir,
Ve bu eylemlere karşı durmayı örgütsel var oluş nedeni olarak öngörerek, Tüm çevre duyarlılarını, tüm barış yanlılarını bu temelde tavır almaya seslerini yükseltmeye, etkinliklerini arttırmaya,
Ülkeyi yönetmeye talip olanları buna uygun davranmaya, sorumluluk üstlenmeye,
Yönetme sorumluluğunu üstlenenleri de bu temelde somut adımlar atmaya çağırır.
Prof. Dr. Tanay Sıdkı Uyar
Koordinatör
A.Oktay Demirkan
Dönem Sekreteri
Türkiye Çevre Platformu Basın Açıklaması
BÜYÜK FELAKETİN ONUNCU YILINDA
DEPREMLERLE YAŞAMAYA NE KADAR HAZIRIZ?
Yüzyılın afeti olarak tanımlanan 17 Ağustos 1999 depreminden bugüne tam 10 yılı geride bıraktık. Büyük felaketin onuncu yılında, yüreğimize gömdüğümüz binlerce kaybımızı acı ile anıyor, yaşamını sürdürenlerin üzerindeki derin, sosyal ve ekonomik yaralarımızı sarmaya çalışıyor, bir diğer boyutu ile de olası yeni afetlere karşı hazırlıklı olmayı tartışıyoruz.
Çevre ve doğa dostu, kişi, kurum ve kuruluşların oluşturduğu bir platform olarak TÜRKİYE ÇEVRE PLATFORMU(TÜRÇEP), Depremi, doğanın doğal bir hareketliliği olarak görür. Binlerce yıldır olmakta olan yerküredeki bu hareketliliğin bundan sonra da devam edeceğini bilimsel bir gerçek olarak kabul eder.
Bilindiği gibi ülkemiz topraklarının hemen her yanı fay hatları ve deprem bölgeleri olarak bilinmektedir. Diğer bir deyişle, yer sarsıntıları ile, depremlerle birlikte yaşamak zorundayız.
Bu nedenle ve öncelikli olarak bu gerçekle birlikte yaşamımızı sürdürmek için gerekli önlemleri almak, diğer yandan da doğayla barışık bir yaşamı koordine etmek görev ve sorumluluğu önümüzde duruyor.
Deprem’in bir afete dönüşmesinin nedeni bizzat insandır.
On yıl önceki depremde yirmi bin civarında insanımızı kaybetmiş, onlarca yılda üretilen değerlerimizi tüketmişsek bunun nedeni sorumsuz insanların kâr hırsı, sorumsuz bir hırsla ve bilim dışı yatırımlarla doğanın adeta katledilmesidir.
Büyük afetin hemen ardından ve bugüne dek çok şey konuşuldu, yazıldı ve tartışıldı.
Ancak kim ne derse desin, ne tartışılırsa tartışılsın, ülkeyi, kentleri yönetenlerin görev ve sorumluluklarının gereğini yapmadıklarının da açıkça gözlemliyoruz.
Depremi afete dönüştüren yanlışlar ne yazık ki yapılmaya devam ediyor.
O büyük afetin yaşandığı Kocaeli’ de, bir büyük afetle yüzleşileceği on yıldır hemen herkes tarafından dile getirilen İstanbul’da da ve ülkemizin hemen her yanında, kıyılar talan ediliyor, denizler dolduruluyor, kıyı kenar çizgileri dolgularla değiştirilmeye çalışılıyor.
Ne yazık ki kaçak inşaatlar hızla devam ediyor. Tarım alanları, orman alanları, su kaynakları, sulak alanlar yok edilerek konut ve sanayi alanına dönüştürülüyor.
İzmit körfezi yeni devasa limanlar ve kıyıya yapılan yeni sanayi alanları için dolduruluyor.
İnşaatların teknik denetimi adeta kağıt üstü bürokratik ve kimi çevrelere rant sağlama operasyonu niteliğinde sürüyor. Bakım onarım ve güçlendirme çalışmaları neredeyse her türlü bilimsellikten uzak siyasal bir malzeme haline dönüştürülmüş durumda.
İstanbul’da Okullar ve Hastanelerin güçlendirilmesine ilişkin yetkili sorumlular her gün farklı farklı açıklamalar ile kamuoyunda yeni endişe kaynağı olmayı sürdürüyorlar.
Oysa on yıl önceki afetten çıkartılması gereken dersler çok açıktır.
TÜRÇEP, Büyük afetin onuncu yılında toplumca mutabık olduğumuz bu derslerin gereğinin yapılmasını bir kez daha hatırlatmayı görev bilir.
Unutmamalıyız ki, afetler kişi, kurum ve kuruluş ayırımı yapmazlar.
Zengin-yoksul, sağcı-solcu, siyah-beyaz, inançlı-inançsız, kadın-erkek-çocuk ayırımı yapmaksızın can alır, sakat bırakır, yakar, yıkar, yok eder.
TÜRÇEP, Büyük afetin onuncu yılında doğanın doğal aktivitelerinin, depremlerin felakete, afete dönüşmemesi için, yarınlara ertelemeden hemen bugün somut adımların atılması, bu temelde gelecek on yılların eylem planlarının yapılması çağrısını yineler. Doğanın, doğal değerlerin, insan yaşamının sürdürülebilirliği için, depremlerin afetlere dönüşmemesi için, zorunluluklarımızı bir kez daha anımsatmayı görev bilir.
Ülkemizi, kentlerimizi yönetenleri bu duygularla göreve çağırır.
Prof. Dr. Tanay Sıdkı Uyar
Koordinatör
Mehmet Toker
Yönetim Grubu Üyesi
12 Ocak 2009
Suyun sosyal, ekonomik ve ekolojik yaşam için önemi tartışılmazdır. Su; yaşamın temelini oluşturan, vazgeçilmez bir değerdir.
Dünya su kaynaklarının kısıtlı oluşuna karşın, dünyadaki su tüketimi son 50 yılda çarpıcı bir şekilde artmıştır. 1940 yılında toplam su tüketimi yılda yaklaşık 1000 km3 iken, bu miktar 1960 yılında ikiye, 1990 yılında ise dörde katlanmıştır. Artan bu oranlar nüfus artışıyla paralel değildir.
Su tüketiminin %70’i tarımda, %22’si sanayide, %8’i içme ve kullanma suyu olarak kullanılmaktadır.
Uluslararası bir kuruluş olan Dünya Su Konseyi, her üç yılda bir düzenlediği ve en son 2006 yılında Meksika’da topladığı “Dünya Su Forumu”nda suyun ticari bir meta olduğunu yineleyerek, temiz kullanılabilir suya ulaşım sorununun özelleştirmeler yoluyla çözüleceğini vurgulamıştır.
Yapılmak istenen çok net görülmektedir ki, parası olmayanın suya erişiminin kısıtlanacağı, neredeyse doğada yaşayan tüm canlıların da suyu pet şişeden içmelerinin isteneceğini düşünmekteyiz. Hedeflenen suyun ticari bir meta haline getirilmek istenmesidir. Gerçekte bu politikaları geliştirenleri, suyun ‘kâr’ haneleri için yeni bir girdi olmasının dışında hiçbir şey ilgilendirmemektedir.
Diğer bir deyişle; tüm canlıların en temel gereksinimi olan su, piyasalaştırmanın tehdidi altındadır. Temiz ve içilebilir suya erişim tüm dünya halklarının hakkıdır. Bu haktan kesinlikle vazgeçilemez. Su; kaynaklarında ve kullanımında kamuya ait olmalı, insanca yaşam için gerekli ve yeterli temiz su tüketiciye ücretsiz olarak ulaştırılmalıdır.
Tüm su havzalarımız koruma altına alınıp çevresindeki işgallere son verilmelidir.
Bu yıl ülkemizde yapılmakta olan Dünya Su Formu toplantısı, suyun özelleştirilmesi, alınıp satılacak mal haline getirilmesinin ilk adımı olacaktır. Durum böyle iken, var olan su kaynaklarımız uluslararası su tekellerine ve onların yerli işbirlikçilerine peşkeş çekilmeye çalışılırken, suya sahip çıkmak yaşamsal bir görevdir.
Bizler, Suyun Ticarileşmesine Hayır Platformunun bileşenleri olarak bugün başlayıp 22 Mart’ta sona erecek olan 5. Dünya Su Forumu’nu ve reddettiğimiz bu forumun Türkiye’de ve dünyadaki bütün destekçilerini protesto ettiğimizi kamuoyuna duyurmayı bir görev biliyoruz.
Aralarında Türkiyeli şirketlerin de bulunduğu uluslar arası sermayenin sponsorluğu altındaki forumun “medeniyetleri buluşturacağını” ileri süren ve forum toplantılarına çağrı yapan pankartlar kentimizin bütün ana arterlerinde boy göstermektedir. Toplumu süslü sözlerle yanıltan bu çağrıların gerisinde ise, halkların ve canlı yaşamın olmazsa olmazının, yani suyun, bir piyasa malı haline getirilmesi hedeflenmektedir.
Bugün, İstanbul’un dış çeperlerinden başlanarak evlerimize takılmakta olan kontörlü su sayaçları, Dünya Su Forumu ve destekçilerinin bu gizli hedefini ele veren önemli işaretlerden yalnızca bir tanesidir.
Bu çılgınlığı durdurabilecek yegane güç ise, suyu satmaya çalışan Hükümetlere ve şirketlere halkların vereceği yanıttır.
Bu yanıt, insanlığın ve tüm canlı yaşamın ortak sesi gibi gür olmalı, su gibi çağlamalıdır.
Bu yanıt, suyun piyasa malı olmasının ardından ücretlerinin yarısı ile su faturalarını ödemek zorunda bırakılan Gana’lı kardeşlerimizin seslerine kavuşmalıdır.
Bu yanıt, Hindistan’da, kıyısında yaşadıkları nehrin başına silahlı askerlerin dikildiği tarım emekçilerinin çığlığı ile birleşmelidir.
Bu yanıt, İngiltere’de su özelleştirmelerinin ardından haftalar boyunca suyu kesilen işçi dostlarımızın da sesi olmalıdır.
Bu yanıt, Ekvador’daki su özelleştirmelerinin ardından işsizleştirilen binlerce belediye işçisinin cevabıdır.
Bu yanıt, Munzur’da, Karadeniz’de, Hasankeyf’te, Antalya’da ve dünyanın her yerinde neşe içinde akan ve bugüne kadar beslediği toprakların ve insanların umudu, ekmeği olmuş, bugün ise büyük baraj inşaatları ile tehdit edilmekte olan yeryüzündeki bütün derelerin yanıtıdır.
Platformumuzun, basın açıklaması için bu noktayı seçmiş olması da tesadüfi değildir. Suyun ticaretini yapmak ve halkı bu suçuna ortak etmek için ülkeleri dolaşan Dünya Su Forumu, bu sefer de Sütlüce’deki eski mezbahayı kendine mekan edinmiştir. Eskiden hayvanların boğazlandığı bu yerde şimdi de tüm canlıların ölüm fermanının imzalanması amaçlanmaktadır. Bu ölüm fermanının adı ise “kentsel su mutabakatı”dır.
Onlar, Sütlüce, İstanbul, Türkiye ve bütün dünya bizimdir diyorlar.
Bizler de diyoruz ki, bu ülkenin ve bu dünyanın gerçek sahipleri halklar ve bütün canlılardır. Ve bu gerçek ev sahipleri olarak bizler;
Suların satılmasına karşı çıkan bütün halkımızı uluslararası su hareketlerini:
Dünya Su Forumu’nun bundan sonra ne İstanbul’da ne de dünyanın başka bir yerinde toplanmasına karşı;
Suyu bir piyasa malı haline getirmeye çalışan su lobisinin çanına ot tıkamak için;
Halkların aldatılmasının o kadar kolay olmayacağını göstermek için;
birlikte mücadeleye çağırıyoruz
SUYUN TİCARİLEŞTİRİLMESİNE HAYIR PLATFORMU
TÜRÇEP olarak, bütün bu yaşamsal ve ekolojik nedenlerle, suyun metalaştırılması girişimlerine karşı
Dünya Su Forumuna karşı Alternatif Çalışmaları Destekliyoruz !
TÜRKİYE ÇEVRE PLATFORMU (TÜRÇEP)
Türkiye Çevre Platformu Basın Açıklaması
19-20 Ocak 2008
TÜRÇEP 7. Temsilciler Meclisi toplantısı 19-20 Ocak 2008 günlerinde Tarsus’ta yapıldı. Yerel, ülkesel ve küresel çevre sorularının görüşüldüğü toplantılarda aşağıdaki kararlar alınmış ve kamuoyu ile paylaşılmasına karar verilmiştir.
Tarsus’ta yapılması planlanan tehlikeli atık yakma tesisi ile ilgili hukuki süreç incelenmiş, yargının aldığı yürütmeyi durdurma kararı memnuniyetle karşılaşılmıştır. Yerel güçlerin çabalarıyla ulaşılan bu kararın benzer girişimlerin engellenmesine de örnek olmasını dileriz. Bizler TÜRÇEP olarak özellikle AB ülkelerini çöp teknoloji transferine son vermeye, Hükümeti de zehirli atıkların yakılmasına karşı imzaladığı Stocholm Konvansiyonuna uymaya çağırıyor, tehlikeli kimyasalların kullanımına kaynakta son verilmesini hedefleyen temiz üretim teknolojilerini savunuyoruz.
Ayrıca; 23-27 Kasım 2007 tarihlerinde düzenlemiş olduğumuz “Çevreyi koruyacak yeni bir maden yasası için Ankara’ya yürüyoruz” yürüyüşü sonunda Çevre ve Orman Bakanlığı Müsteşarı ve Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı ile yapılan görüşmeler değerlendirilmiştir. Kaz dağı özelinde başlayan ve ülkemizin değişik noktalarında yaşanan Maden Yasası ve 2B’lere olan tepkilerin de dile getirildiği toplantı sonucunda TÜRÇEP bileşenleri tarafından hazırlanan alternatif Maden Yasası Taslağı tartışılarak bu konudaki çalışmanın sürdürülerek tamamlanmasına karar verilmiştir.
TEP-Temiz Enerji Platformu kurulması yönünde çalışmalarımız sürmekte olup, doğaya zarar vermeyen yenilenebilir enerji kaynaklarının kullanılmasını destekleyen tüm kuruluşları, bu oluşuma güç vermeye ve oluşumda güç olmaya davet ediyoruz.
Nükleer Yasanın kabulüyle birlikte ülkemizde başlayan tehlikeli süreç, tarafımızdan dikkatle izlenmektedir. Bu konuda yetkililerin uyarılması ve kamuoyu duyarlılığının arttırılması için TÜRÇEP tarafından bir dizi eylem ve etkinlik planlanmıştır. Etkinliklerin niteliği ve zamanı önümüzdeki günlerde duyurulacaktır.
TÜRÇEP’in Ocak 2007’de kamuoyu ile paylaştığı, ciddi bir tehlike olan; Küresel Nükleer Enerji Ortaklığı (GNEP) için ABD maalesef Türkiye’yi davet etmiştir. Halen 103 Nükleer santrali olan fakat son 30 yıldır hiç nükleer santral kurmayan ABD’nin bu art niyetli tutumu, eski teknolojilerini ve nükleer atıklarını transfer çabalarını göstermektedir. TÜRÇEP aylar önce yaptığı uyarının her zaman dikkate alınmasında yarar olduğunu kamuoyuyla paylaşmaktadır.
Çevre Yasasında bulunan çevre cezalarının artırılmasıyla “Kirleten Öder” mantığı öne çıkmaktadır. Bu anlayış “Kirletiyorsam öderim” anlamına gelmektedir. Önemli olan verilen para cezasının artırılması değil standartların yükseltilmesi ve “İşyeri Kapatma” da dahil bağlayıcı cezaların doğrudan uygulanmasıdır.
15 Aralık 2007’de tamamlanan BM İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi 13. Taraflar Konferansı (COP13) ve Kyoto Protokolü 3. Taraflar Toplantısı (COP/MOP3) sonuçları değerlendirilmiş dünya ülkelerinin 2012 sonrasına yönelik olarak, yeni bir uluslararası anlaşmanın oluşturulması için görüş birliğine varmaları memnuniyetle karşılanmıştır. TBMM’nin de 2012 sonrasına yönelik Küresel ısınmayı önleyici yenilenebilir Enerjinin Etkin kullanımı yönünde çalışmalar yapması talep edilmiştir.
Bilgiye erişim, Karar süreçlerine halkın geniş katılımı ve adalete erişimi öne çıkaran uluslararası Aarhus Sözleşmesinin TBMM tarafından imzalanmasını talep ediyoruz.
TÜRÇEP – Türkiye Çevre Platformu
Tanay Sıdkı UYAR
Koordinatör
Caner GÖKBAYRAK
Dönem Sözcüsü
8 Aralık Küresel Eylem Günü
İklim Değişikliğini Durdur, Türkiye Kyoto’yu İmzala!
Türkiye gecikmeden fosil yakıt kullanımını azaltmalı, emisyon artısını durdurmalı ve acil karbonsuzlaştırma seferberliği başlatmalıdır. Aksi taktirde BM kararları haline dönüşen iklim değişikliğini önleme kararları gereği üstüne düşen uygulamaları gerçekleştirebilmek için ileride daha büyük bedeller ödemek zorunda kalacaktır.
Bali, Endonezya’da sürmekte olan Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Konferansı nedeniyle, 8 Aralık 2007 Küresel Eylem Günü için bir araya gelecek tüm eylemcileri destekliyoruz.
Bali’de süren tartışmalar müzakerelerin sürmesini, gelecek için bir gündem oluşturulmasını ve genelde küresel ısınmadan sorumlu endüstrileşmiş ülkelerin önümüzdeki dönemde kendi ülkelerinde daha sıkı önlemler almalarını sağlamayı hedefliyor.
Öngörülen çözümlerden bir tanesi teknoloji transferi konusu olarak belirginleşiyor. Yenilenebilir enerji ve enerjinin etkin kullanımından ve ilgili teknolojilerin gelişmekte olan ülkelere transfer edilmesinden söz edilirken, halen Türkiye benzeri ülkelere aktarılan çöp teknolojilerin ticaretinin durdurulmasından hiç söz edilmemektedir.
Emisyon taahhütlerini yerine getirmek için endüstrileşmiş ülkeler iki yöntem kullanmaktadır.
Birincisi; sağladıkları ihracat kredileri ile, tahkim ve hazine garantisini de şart koşarak, terk ettikleri fosil teknolojileri ve kirletici yatırımları diğer ülkelere aktarmaktadırlar.
İkincisi; Temiz Gelişme Mekanizması ve Ortak Uygulama gibi esneklik mekanizmaları ile kendi ülkelerindeki indirimleri diğer ülkelerde daha az maliyetle gerçekleştirmeye çalışmaktadırlar.
Türkiye gecikmeden fosil yakıt kullanımını azaltmalı, emisyon artısını durdurmalı ve acil karbonsuzlaştırma seferberliği başlatmalıdır. Aksi taktirde BM kararları haline dönüşen iklim değişikliğini önleme kararları gereği üstüne düşen uygulamaları gerçekleştirebilmek için ileride daha büyük bedeller ödemek zorunda kalacaktır.
Ayrıca Türkiye yenilenebilir enerji kaynakları konusunda dünyanın en zengin ülkelerinden biridir. Halen Türkiye’de en ucuz ve temiz enerji üretme biçimi rüzgardan elektrik üretimidir. 1 Kasım 2007 de yapılan 78 000 MW kapasiteli rüzgar güç santralleri kurma müracaatı bunu kanıtlamıştır.
Türkiye’nin tüm enerji gereksinimleri 100% yenilenebilir enerji kullanımı ile karşılanabilir.
Hiçbir ek yatırım yapmadan ve hiçbir ek maliyet getirmeden Türkiye enerji tüketimini en az %50 azaltabilecek durumdadır. Bu ise Türkiye’nin karbonsuzlaşması için önemli bir adim olacaktır. Ancak bu amaca ulaşmak için Enerjinin Etkin kullanımı yasası yaptırımları içerecek şekilde yeniden düzenlenmelidir.
Türkiye Çevre Platformu (TÜRÇEP) olarak 8 Aralık Küresel Eylem Gününü destekliyoruz. Türkiye Cumhuriyeti Hükümetinin fosil ve nükleer santrallerin kullanımından vazgeçmesini, maliyetsiz enerjinin etkin kullanımı ve ucuz yenilenebilir enerji kaynaklarından elektrik üretiminin önündeki engelleri kaldırmasını ve Kyoto protokolünü imzalamasını bekliyoruz.
Tanay Sıdkı Uyar
Koordinatör
NÜKLEER SANTRALLER GERÇEKTE ENERJİ DEĞİL NÜKLEER SİLAH MALZEMESİ ÜRETMEKTEDİRLER.
NÜKLEER SANTRAL ANTLAŞMASI BİR İMTİYAZ VE ÜLKEYİ NÜKLEER ÇÖPLÜK YAPMA ANTLAŞMASIDIR.
30 yıldır ülkemizin her bir yanından yükselen seslere, dünyadaki tersi gelişmelere karşın nükleer silah malzemesi üretim tesisinin toplumsal bedellerinin hemen herkes tarafından görülebilir olduğu bir dönemde Akkuyu’da yapılmasına ilişkin Ruslarla yapılan ikili anlaşma çok az bir oy farkı ile de olsa TBMM de onaylanmıştır.
Bu oylama bir kez daha göstermiştir ki TBMM’ne egemen olan irade, toplumun beklenti ve taleplerini hiçe sayarak, sadece kendilerinin planladığı ve bildiği tehlikeli yolculuğa gözü kara devam ediyor.
Teknolojik olarak ülkenin elektrik gereksinimini karşılama adına atık ısısından elektrik enerjisi üretilen, gerçekte nükleer silah malzemesi üretim tesisi olan bir yatırıma onay verilmiştir.
“Nükleer Santraller”in elektrik üretimi amacıyla kurulmadığı, ürettiğinden 3 misli fazlasını bizzat kendisinin tükettiği herkes tarafından bilinmektedir.
“Nükleer Santraller”in dünyanın dört bir yanında, öncü ülkeleri tarafından bile terk edildiği, kurulmadığı, kurulma kararlarının iptal edildiği de herkes tarafından biliniyor.
Kurulu bulunan “Nükleer Santraller”in tasfiyesinin son derece ciddi maliyetler ve riskler taşıdığı, bu nedenle de yeni nükleer çöplük alanlarının yaratılması için yoğun çabalar harcandığı artık saklanamaz durumda.
Bütün bunlara karşın;
Anadolu topraklarında yaşayan duyarlı yurttaşların ve çok sayıda kurum ve kuruluşun şiddetle karşı çıkmasına ve birkaç kez kurulmasından vazgeçilmesine karşın;
AKP Hükümetinin sayısal çoğunluğuna güvenerek geliştirdiği uluslararası özel anlaşma ne yazık ki TBMM’ de onaylanmıştır.
Akkuyu’da yapılacak “nükleer silah malzemesi üretim tesisi” için Ruslarla yapılan bu antlaşmayı onaylayanlar, sadece nükleer santral yapılmasını onaylamadılar;
-Ülkemizin bir nükleer çöplük haline dönüştürülmesine evet dediler.
-Anadolu topraklarında uluslararası güçlerin kullanımı ve emrine yeni imtiyazlı alanların açılmasına evet dediler.
-Orta doğuda süren kirli yeniden yapılanma sürecine bir başka alanda da dahil olmaya evet dediler.
-Anadolu topraklarının, nükleer silah yapımına, nükleer silah çatışmalarına açılmasına evet dediler.
-Küresel sermayenin çıkarları uğruna, ülke topraklarının ve bu topraklarda yaşamını sürdürenlerin yaşam haklarının, hiçe sayılarak pazarlanabileceğine yönelik iradelerini açıkça ortaya koymuş oldular.
Ve şimdi de Sinop’ta “nükleer silah malzemesi üretim tesisi” nin yapımına ilişkin adımlar atmaya kalkacaklardır.
İnanıyoruz ki; Anadolu topraklarının bugüne erişen, sabırla, inatla ve inançla yoğrulmuş zengin yaşam kültürü, bu santrallerin kurulmasına engel olacaktır.
Bu antlaşma tarihteki yerini bir ibret antlaşması olarak alacaktır.
Ve bu antlaşmaya evet diyenler bu antlaşmanın kiri ile yaşamlarını sürdürmek zorunda kalacaklardır.
Atılan her adıma ve onaylanan bu antlaşmaya karşın işin sonuna henüz gelinmemiştir.
Bu santrallerin temellerini bile atsalar bunu kuramayacaklardır.
Bunu aslında onlar da çok iyi bilmektedirler.
Sonuç olarak santralden öteye bu topraklar nükleer atık çöplüğüne dönüştürülecektir.
Endüstrileşmiş ülkelerde artık bu tesislerin kurulmamasının temel nedeni ortaya çıkan atıkların güvenli bir biçimde depolanamamasıdır.
Şimdi, hızla Akkuyu ve çevresini yasal bir nükleer atık deposu haline dönüştürmek isteyeceklerdir.
Bunun farkında olmak ve bunu mutlaka önlemek gerekmektedir.
Nükleer Santral’a olduğu kadar Akkuyu topraklarına nükleer atık taşınmasına ve depolanmasına da karşı çıkılmalıdır.
Ülke sokaklarında, meydanlarda, kapalı salon toplantılarında ve TBMM Genel Kurul Salonu’nda “Nükleer Santral Yapımına Hayır” diyen dostlarımız bu adımlara ilişkin olarak da uyanık, duyarlı ve kararlı olmalıdırlar. Ve bugün dünden daha etkin, bilinçli ve kararlı bir bilgilendirme süreci organize edilmelidir.
Asıl amacı Nükleer Silah Malzemesi Üretimi olan ve atık ısısı ile kurulduğu ülkede elektrik üretir gibi yapan “Nükleer Santraller” e karşı çıkış sürdürülmelidir.
Bu mücadele bugün, dünden daha olanaklıdır.
Bugün Akkuyu nükleer santraline evet diyenlerin karşısında TBMM’nde hiç azımsanmayacak sayıda bir siyasal irade oluşmuştur. TBMM de, Anadolu’nun dört bir yanından yükselen bu seslere kulak veren, bu doğrultuda bu antlaşmaya hayır diyen milletvekillerini ve vekillerin bu tavrının oluşmasına katkı sunan sesleri, yürekleri kutluyoruz.
Bu oylamada nükleer silah malzemesi üretim tesisinin kurulmasına HAYIR diyenler bu oylarına bundan sonraki süreçte de sahip çıkacaklar ve ülkenin dört bir yanından yükselen yaşam hakkı sesleri meclisteki bu sesle buluşarak; binlerce yıllık medeniyetler müzesi ve doğa harikası Anadolu topraklarının nükleer çöplük olmasını engelleyecektir.
Ülkemiz, elektrik enerjisi gereksinimini karşılayacak düzeyde alternatif, temiz ve yenilenebilir enerji kaynaklarına sahiptir.
* NÜKLEER SANTRAL ADIYLA NÜKLEER SİLAH MALZEMESİ ÜRETİM TESİSLERİNİN KURULMASINA HAYIR!
* ÜLKENİN NÜKLEER ATIK ÇÖPLÜĞÜNE DÖNÜŞTÜRÜLMESİNE HAYIR!
* NÜKLEER SİLAH ÜRETİMİNE HAYIR!
* ENERJİNİN ETKİN KULLANIMINA VE TEMİZ YENİLENEBİLİR ENERJİ KAYNAKLARINA EVET!
* KOMŞULARIMIZLA İYİ İLİŞKİLERE, BÖLGEMİZDE VE TÜM EVRENDE BARIŞ İÇERİSİNDE BİR YAŞAMA EVET!
TÜRKİYE ÇEVRE PLATFORMU (TÜRÇEP)
Prof. Dr. Tanay Sıdkı Uyar
Koordinatör
A. Oktay Demirkan
Dönem Sekreteri
Nükleer Güç Santralleri Kanun Tasarısı hakkındaki tüm görüşmeleri ve girişimleri lütfen askıya alınız.
08.05.2007
Başbakanlık tarafından 31.10.2006 tarihinde TBMM gündemine indirilen Nükleer Güç Santrallerinin Kurulması ve İşletilmesi ile Enerji Satışına İlişkin Kanun Tasarısının bir oldu bittiye getirilmek suretiyle yasalaşması an meselesidir.
Tüm dünyanın su, rüzgar, biomas, güneş gibi alternatif enerji kaynaklarına yöneldiği ve nükleer enerji gibi son derece riskli ve pahalı bir teknolojiyi terk etiği bir süreçte bu yasa tasarısının ‘’yangından mal kaçırırcasına’’ Meclis gündemine sokulması, toplum yararına ve siyasi etik ilkelerine aykırıdır.
Demokratik hukuk devletlerinde, böylesine önemli bir yasa tasarısı, “yönetime katılım ve şeffaflık ilkesi” uyarınca, toplumun tüm kesimlerinde ciddi bir tartışmaya açılmalı,
sivil toplum kuruluşlarının, meslek odalarının, sendikaların, işveren kuruluşlarının
ve akademi dünyasının görüşlerinin alınacağı “yurttaşlara açık toplantılar”
düzenlenmelidir. Yurttaşlar, nükleer enerji sektörünün, bütçeye getireceği dış borç yükünü ve çevre sağlığı ve insan hakları açısından risklerini ve özellikle nükleer atıkların yaratacağı sorunlar tartışmalıdır.
Olağanüstü siyasi gelişmeler ve Anayasa Mahkemesinin son kararı uyarınca Türkiye,
erken veya derhal genel seçime gitmektedir. Bu aşamada, tüm ülkenin ve yurttaşların
geleceğini ipotek altına alabilecek fevkalade sakıncalı maddeleri içeren, esas
itibarıyla çevre ve sağlık açısından hepimizi tehdit eden bu yasa tasarısının
artık siyasi ömrünü tamamlamış olan bu Meclis’te görüşülmesi belki yasal olabilir, ancak kesinlikle meşru olamaz.
Sayın milletvekillerimize sesleniyoruz:
Anılan, Nükleer Güç Santralleri kanun tasarısı hakkındaki tüm görüşmeleri ve girişimleri lütfen askıya alınız, bu riskli ve vahim sonuçlar doğuracak tasarının yeni seçilecek TBMM tarafından yurttaşların tartışmasına açılacağı süreci bekleyiniz.
TÜRKİYE ÇEVRE PLATFORMU (TÜRÇEP)
Tanay Sıdkı Uyar
Koordinatör
Caner Gökbayrak
Dönem Sekreteri
Türkiye Çevre Platformu Yeni Çevre Yasasının İptali İçin
Anayasa Mahkemesine Götürülmesi istemiyle Ankara’ya Gidiyor!
14 Haziran 2006
26 Nisan 2006 günü Resmi Gazetede yayınlanarak yürürlüğe giren “5491 Sayılı ÇEVRE KANUNUNDA DEĞİŞİKLİK YAPILMASINA DAİR KANUN”, 11 yıldır var olan ve kamuoyunca bilinen tasarının büyük ölçüde değiştirilmesiyle, “yönetime katılım ve şeffaflık ilkesi” yok sayılarak,Tuzla’da yaşanan zehirli atık gömme skandalının kamuoyunda tartışıldığı bir sırada ve adeta bütün bu olumsuzluklara çare olacakmış gibi çıkartılmış, ancak son dakikada yapılan değişikliklerle, eklenen “ek ve geçici maddelerle” ne yazık ki bir çevre koruma yasasından çok ÇEVREYİ YOK ETME YASASI niteliğinde çıkmıştır.
Amacı: “Bütün canlıların ortak varlığı olan çevrenin, sürdürülebilir çevre ve sürdürülebilir kalkınma ilkeleri doğrultusunda korunmasını sağlamaktır” olan bu yasada son dakikada eklenen bazı maddelerle olumlu değişiklikler de gölgelenmiş ve hatta yasanın kuyruğuna son dakikada eklenen geçici maddelerle geri alınmıştır. Ek maddelerde sözü edilen “Yönetmeliklerin” de ne gibi olumsuzluklar getirebileceği büyük bir soru işaretidir.
Sonuç olarak Hükümetin, doğal ve kültürel değerlere yalnızca rant gözlüğüyle bakmakta olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır.
Yasanın 3. Maddesinin “j” bendinde getirilen; “Çevrenin korunması, çevre kirliliğinin önlenmesi ve çevre sorunlarının çözümüne yönelik gerekli teknik, idarî, malî ve hukukî düzenlemeler Bakanlığın koordinasyonunda yapılır. 2690 sayılı Türkiye Atom Enerjisi Kurumu Kanunu kapsamındaki konular Türkiye Atom Enerjisi Kurumu tarafından yürütülür.” denilmektedir.
Bu örnekte de görüleceği gibi hükümetin gerçek amacının, çevreyi korumak değil bir takım çöp teknolojilerin, kirli yatırımların önünü açmak çabası olduğu açıktır.
Geçici Madde 3/1; “Bu Kanunun yürürlüğe girmesinden önce Çevresel Etki Değerlendirmesi Yönetmeliği hükümlerine tâbi olduğu halde, yükümlülüklerini yerine getirmeyenlerden, halihazırda yer seçimi uygun olanlar, bu Kanunun yürürlüğe girdiği tarihten itibaren altı ay içinde, ilgili yönetmelikler çerçevesinde gerekli yükümlülüklerini yerine getirdiklerini gösterir çevresel durum değerlendirme raporunu hazırlayarak Bakanlığa sunar. İlgili yönetmeliklerde belirlenen şartları sağlayanlar başvuru tarihinden itibaren altı ay içinde karara bağlanır” hükmünü getirmiştir. Bu düzenleme ile yasaya ve ÇED Yönetmeliği’ne aykırı faaliyetlere bir tür af getirilmektedir. Evvelce yönetmelikle getirilen ÇED muafiyeti bu defa yasaya konulmuştur. Böylece ÇED sistemi bir kez daha ihlal edilmiş ve ÇED Olumlu belgesini alan diğer tesislerle eşit olmayan bir durum yaratılmıştır. Sadece bu düzenleme ile bile Anayasanın 56. ve 10.maddelerine aykırı olan bu maddenin iptal istemiyle Anayasa Mahkemesi önüne getirilmesinde kamu yararı vardır.
Ayrıca çevre suç ve cezalarını düzenleyen 26.9.2004 kabul tarihli 5237 sayılı Türk Ceza Kanunu 1.4.2005 günü yürürlüğe girmiştir. Ancak, yasada son dakikada AKP milletvekillerinin önerisi ile kasten ve taksirle çevreyi kirletme suçunu işleyenler hakkındaki 181/1 ve 182/1 maddelerin uygulanması 2 yıl süreyle (12.10.2006’ya kadar) ertelenmişti. Bu ertelemenin bitimine yaklaşık 6 ay kala bu defa Çevre Kanununa getirilen Geçici Madde 2 ve 4 ile verilen sürelerle 12.10.2006 günü başlaması gereken çevre suç ve cezaları uygulaması yeniden ertelenmektedir.
ÇEVRE YASASI ÇEVREYİ KİRLETME YASASI OLMAMALIDIR!
Türkiye Çevre Platformu Yeni Çevre Yasasının İptali İçin Anayasa Mahkemesine Götürülmesi Talebiyle Ankara’ya Gidiyor! Tüm Bölgelerden Gelecek Temsilciler Ankara’da buluşacak 15 Haziran 2006 Perşembe Günü CHP Grubunu ziyaret ederek Yeni Çevre Yasası’nın Anayasa Mahkemesine götürülmesi istemlerini yineleyeceklerdir.
Tanay Sıdkı Uyar
TÜRÇEP Koordinatörü
A. Oktay Demirkan
Doğu Akdeniz Çevre Platformu Sözcüsü ve TÜRÇEP Dönem Sekreteri
TÜRÇEP 5 HAZİRAN 2006 DÜNYA ÇEVRE GÜNÜ BASIN AÇIKLAMASI
Çevre ve Orman Bakanı Osman Pepe’yi İstifaya Davet Ediyoruz!
Çevre sorunlarının insanlık ve dünyadaki canlı yaşam için tehlike oluşturduğunu gören, aralarında ülkemizin de bulunduğu 113 ülke, 5 Haziran 1972 günü İsveç’in başkenti Stocholm’de çevre sorunlarını tartışmak üzere ilk defa bir araya geldiler.
Daha sonra Dünya Çevre Konferansı olarak anılacak olan bu konferans, Birleşmiş Milletler’in çevre alanındaki çalışmalarının temelini oluşturmuş ve konferansın başlama tarihi olan 5 Haziran günü, her yıl tüm dünyada “Dünya Çevre Günü” olarak kabul edilmiştir.
Çevre sorunlarının uluslararası boyutta ilk değerlendirmesinin yapıldığı konferansın sonunda yayınlanan ORTAK GELECEĞİMİZ adlı deklarasyonda giderek büyüyen çevre sorunlarının hem bölgesel hem de uluslararası alanlara yayılması nedeniyle, ülkeler arasında yaygın bir işbirliğinin yapılması ve uluslararası kuruluşların ortak hareket etmelerinin gerektiğinin altı çizilerek, bütün insanlar ve hükümetler çevrenin korunması ve geliştirilmesi için ortak çaba göstermeye çağrılmışlardır.
Ancak sözde gelişmiş ülkelerin çifte standartlı politikaları yüzünden beklenen olumlu gelişme bir türlü gerçekleşmemiş, üstelik son yıllarda küreselleşme adıyla tüm insanlığa dayatılan vahşi kapitalist program, ne yazık ki aradan geçen 34 yıla karşın çevre sorunlarını hızla artırmış, çeşitlendirmiş ve gündemin ön sıralarına taşımıştır.
Atmosferde yaşanan olumsuzluklar ve buna bağlı iklim değişikliği… Kimi yerde kuraklık ve çölleşmeler, kimi yerde tufanlar, sel felaketleri… Enerji sorunları, termik ve nükleer santrallar, nükleer atıklar… Ormansızlaşma, suların kirlenmesi…Bir türlü kontrol altına alınamayan hızlı nüfus artışı, açlık ve savaşlar…
Tüm dünyada yaşanan bu olumsuzluklara paralel olarak iktidarda bulunan hükümetler ve son olarak da AKP Hükümeti çıkardığı yasalarla, uygulama programlarıyla ve pek çok konuda gerekli önlemleri almayarak çevrede yaşanan olumsuzlukları göz ardı etmektedir. Küreselleşme kapsamında gerçekleştirilen kirli teknoloji transferinin önünü açmak, kirletenlere daha fazla olanak tanımak için Yeni Çevre Yasası TBMM’den çıkartılmıştır. AKP Hükümeti TBMM’de sahip olduğu sayısal güce dayanarak yaptığı düzenlemelerle, çevremizde, ormanlarımızda, kırsal ve kentsel yerleşmelerimizde onarılamayacak, yıkımlara yol açabilecek düzenlemeler yapmaktadır.
Çokuluslu şirketlerin 21. yüzyılda dünya ekonomisi için çizmeye başladığı tabloda da ne yazık ki çevre duyarlılığına yer bulunmamaktadır. Uluslararası platformlarda işbirliğini benimsiyor gibi görünen hükümetler uygulamalarında iki yüzlü ve çifte standartlı davranmaktadırlar.
AB müzakere sürecinde ve iklim değişikliği sözleşmesine karşın, temiz ve yenilenebilir enerji kaynakları yok sayılmakta, Sugözü Termik Santralı örneğinde görüldüğü gibi sözde gelişmiş ülkelerin kirli teknoloji transferi bütün hızıyla sürmektedir. Yanlış enerji politikaları yüzünden gelinen noktada yüksek fiyatlarla yapılmış doğal gaz anlaşmaları yüzünden hidrolik santrallarımız neredeyse 1/3 kapasiteyle çalıştırılmaktadır. Hâl böyle iken yeni ve kirli enerji yatırımlarından, nükleer santral yapılmasından söz edilmesi ise anlaşılabilir değildir. Nükleer Santrallar geçmişte kalmış çöp teknolojilerdir. Her gün bir yenisine tanık olduğumuz kaza haberleriyle, çözümlenmemiş atık sorunlarıyla ve dışa bağımlı teknolojileriyle ülkemiz enerji gereksiniminin karşılanmasında hiçbir koşulda seçenek olamazlar. Türkiye Çevre Platformu nükleer santrallara karşı mücadelesini her platformda sürdürmeye kararlıdır.
Uluslararası tehlikeli atık ticareti akıl almaz boyutlarda sürmektedir. Tehlikeli atık yüklü M/V ULLA gemisi 4,5 yıl İskenderun Körfezinde bekletildikten sonra batırılmış ve atığın çıkartılması konusundaki çalışmalar da süresiz durdurulmuştur. Ülkemizde faaliyetini sürdüren sanayi kuruluşları da benzer şekilde tehlikeli atıklarını illegal yollarla uzaklaştırmaya çalışmaktadırlar.
Savaş en büyük çevre felaketidir. Ülkemiz bu felaketten kıl payı kurtulmuştur. Ancak Orta Doğu üzerinde oynanan oyunlarla ülkemiz yeniden karanlık politikaların içine çekilmek istenmektedir.
Yine ülkemizde ark ocağı teknolojisi ile hurdadan demir üreten tesislere gelen savaş artığı hurdalar bütün uyarılara karşın gerekli kontrollerden geçirilmemekte ve yeterli önlem alınmamaktadır. Son olarak söz konusu hurdaların çevre duyarlılığının az olduğu bölgelerden Sivas Demir Çelik Fabrikalarına gönderilmekte olduğu tespit edilmiştir.
Kıyı yağması; koyların turizme tahsis edilmesi, yapılaşma ve tersane inşaatı gibi nedenlerle sürmektedir. Tersane inşaatlarının aslında kirli teknoloji olan gemi sökümü amacıyla gündeme getirilmek istendiği kamuoyunun bilgisindedir.
İzaydaş örneği atık yakma tesisleri çevre ve insan sağlığı açısından son derece zararlı teknolojilerdir. Bu tür tesislerin yerel yönetimlere çöp fabrikası adıyla pazarlanması endişe vericidir.
Küreselleşmenin yeni bir emperyalist programı olan Genetiği Değiştirilmiş Organizmalar tüm dünyada ve ülkemizde sorun olmayı sürdürmektedir. Açlık sorunu bahane edilerek tohum emperyalizmi ile yurdun efendisi olan köylümüz emperyalizmin kölesi haline getirilmek istenmektedir. Kısa vadeli çıkarlar uğruna ülkemiz tarımı planlı bir şekilde yok edilmektedir. Ülkemiz yanlış politikalar sonucu tarımda kendi kendine yeterli bir ülke olmaktan çıkartılmış ve besin maddeleri ithal eder hale getirilmiştir. Sorunlarından arındırılmış, yeterince desteklenen, rekabet gücü yüksek bir tarım sektörü kurgulaması kaçınılmazdır.
Alternatifsiz bir kaynak olarak yer altı ve yer üstü su rezervlerimiz giderek azalmaktadır. Bilinçsiz tarımsal faaliyetler ve yanlış su politikaları sorunun başlıca kaynağını oluşturmaktadır. Acilen “Su Yasası”nın çıkarılması gerekmektedir.
Sulak alanlar ve göller canlı yaşamın en değerli ekosistemleridir. Kirletilmesi veya yok edilmesi geri dönüşü olmayan sorunlara yol açacaktır. Bu konuda da yeterli duyarlılığın gösterilmesine gerek bulunmaktadır. Milli Park alanlarımızın, SİT alanlarımızın rant uğruna talan edilmesi yerine özenle korunması gerekmektedir. Atatürk’ün mirası olan Atatürk Orman Çiftliği’nin Ankara Büyükşehir Belediyesi tarafından kiralanması girişimi de aynı niteliktedir ve kabul edilemez.
Ülkemizde, yaşam alanlarını yok eden, yer altı kaynaklarını talan eden altın madeni işletmeciliği milli bir sorunumuzdur. Altıncı şirketler bu yolla ülkemiz topraklarının 1/7’sinde söz sahibi olmak istemektedirler. Bergama Ovacık Altın Madeni ile ilgili mahkeme kararları derhal uygulanmalıdır, Uşak’ın Eşme ilçesinde, Kışladağ’da Siyanürle Altın Üretimine karşı İnay Köylülerinin toprağını, suyunu, havasını ve geleceğini korumak için verdiği yaşam ve hukuk mücadelesine her türlü destek verilecektir. Türkiye’nin üçüncü büyük kenti olan İzmir’in içme suyu havzası içinde yer alan ve yörenin yeraltı ve yerüstü sularını kirletecek, doğal dengesini bozacak olan Efemçukuru Altın Madeni için verilen izinler derhal geri alınmalıdır.
Yeni bir turizm şekli olarak golf turizmi “4 senede 100 golf sahası” sloganıyla ve yılda 2.5 milyar dolar turizm geliri aldatmacasıyla, akarsularımızı, yer altı sularımızı, ormanlarımızı, endemik bitki türlerini yok edecek ve ülkemiz doğal değerlerine geri dönüşümsüz olarak büyük zarar verecektir. Bunu yeni bir turizm şekli olarak görmek yanında yeni bir tehlike olarak da görüyor ve olası yıkımın, sanılanın aksine büyük boyutta olacağının altını çizerek, devletin ve yöre insanlarının daha dikkatli ve daha duyarlı davranması gerektiğine inanıyoruz.
Çevrenin korunması, çevre kirliliğinin önlenmesi ve çevre sorunlarının çözümüne yönelik gerekli düzenlemeleri içermesi gereken Çevre Yasası yapılan son değişikliklerle pek çok konuda devre dışı bırakılmış, maden arama faaliyetleri, nükleer santrallar ÇED kapsamı dışına çıkartılarak yasa işlevsiz bir hale getirilmiştir. Bu kabul edilemez. TÜRÇEP Yeni Çevre Yasası’nın Anayasa Mahkemesine götürülerek iptali için gerekli girişimlerde bulunacaktır.
Çevre Yasası kirletmeye davet yasası olmamalıdır. İşlevsiz bir Çevre Yasası’nı benimseyebilen, Türkiye’nin enerji ihtiyacının rüzgar, güneş ve jeotermal enerji kaynaklarından karşılanmasının mümkün olmadığını söyleyerek nükleer enerji santrali kurulması halinde, dışa bağımlılığın ortadan kalkacağını söyleyebilen bir Çevre ve Orman Bakanının, yanlış uygulamaları, yetersizliği ve kamuoyunu yanıltması nedeniyle çevrenin korunmasıyla görevli bir bakanlığın başında bulunmasına karşı çıkıyor, “Çevre ve Orman Bakanı Osman Pepe istifa etmelidir!” diyoruz.
Özetle;
DÜNYA’DA ve ÜLKEMİZDE ÇEVRE YIKIMI BÜYÜK BİR HIZLA SÜRMEKTEDİR!
ÇEVRE SORUNLARI YALNIZ ÇEVRE GÜNLERİNDE DEĞİL HER ZAMAN VARDIR!
5 Haziran Dünya Çevre Günü nedeniyle başta siyasiler olmak üzere herkesi çevre konusunda daha duyarlı olmaya çağırıyor, çevre sorunları konusunda çevrenin korunması ve iyileştirilmesinden yana mücadelemizi kararlı bir şekilde sürdürüleceğimizi yineliyoruz.
Türkiye Çevre Platformu (TÜRÇEP)
Tanay Sıdkı Uyar
Türkiye Çevre Platformu Koordinatörü
A.Oktay Demirkan
Doğu Akdeniz Çevre Platformu Sözcüsü ve TÜRÇEP Dönem Sekreteri
Nihat Çavdar
Batı Akdeniz Çevre Platformu Sözcüsü
Mehmet Toker
Batı Karadeniz Çevre Platformu Sözcüsü
Mustafa Yazıcı
Doğu Karadeniz Çevre Platformu Sözcüsü
Arif Ali Cangı
Ege Çevre ve Kültür Platformu Sözcüsü
Abidin Özkaymak
İç Anadolu Çevre Platformu Sözcüsü
Sunay Obuz
Marmara Çevre Platformu Sözcüsü
TEMİZ ENERJİ PLATFORMU BASIN AÇIKLAMASI
Yaşanmakta olan “Küresel Isınma ve İklim Değişikliği”nin nedeni, uygulanan enerji politikaları ve kaynak kullanımına ilişkin tercihler olmaktadır.
AKP Hükümeti, kapasitesi 1000 mega watt’ın üstünde elektrik üreten termik santrallerin ürettiği elektriğin devlet tarafından satın alınması garantisi vererek, kirli teknolojinin ülkemize transferini özendirilmektedir.
Bu santrallerin, gelecekte üretimi sürdüremedikleri koşullarda bile kârları garanti edilerek, kamu kaynaklarının talan edilmesinin yolu açılmakta, kamuoyu yanıltılmaktadır.
Bütün bunları önlemek için, hükümetin yanlış enerji politikalarına yalnızca karşı çıkmanın yeterli olmadığı açıktır. Karşı çıktığımız konuyla ilgili doğru seçenekler önermek ve çözümler geliştirmek zorunluluk haline gelmiştir.
İnsanlığın geleceğini tehdit eden küresel ısınma ve iklim değişikliğine yönelik olarak yapılacak en anlamlı karşı duruş temiz enerji kaynaklarının kullanımına yönelmek ve enerjinin etkin ve verimli olarak kullanımını planlamaktır.
Nükleer santraller, çevre ve insan sağlığını tehdit eden, pahalı, eskimiş ve çağımızın gerisinde kalmış bir enerji üretim modelidir. Fosil yakıtlara dayalı enerji üretim teknolojileri ise doğrudan Küresel Isınmaya neden olan, gelişmiş ülkelerce artık terk edilen teknolojilerdir. Diğer bir değişle Nükleer Teknoloji ve Fosil Yakıt kullanan teknolojiler Çöp Teknolojilerdir.
Hükümet, enerji gereksinimini karşılamak üzere, kirletici ve tehlikeli projeler yerine, enerji verimliliği bol ve çeşitli yenilenebilir enerji kaynaklarını kullanmaya başlayarak, daha temiz, daha güvenli ve daha ucuz seçenekler geliştirebilir.
Enerji doğru kaynaktan doğru teknolojiyle üretilmeli etkin ve verimli kullanılmalıdır.
Bu görüşle, doğru enerji politikalarının oluşturulmasına yönelik toplumsal bir iradenin oluşumuna katkı sağlayacak bir platformun oluşturulmasının ertelenemez bir görev haline geldiğini düşünüyoruz.
Bu temelde, bu düşünceyi paylaşan kişi, kurum ve kuruluşların “Temiz Enerji Platformu” çatısı altında bir araya gelmesini, birlikte yol almasını öneriyoruz.
Bu anlamda etkin ve işlevli olmak kararlılığında olan tüm kişi ve kuruluşları Temiz Enerji Platformu’nda bir araya gelmeye, iş ve güç birliği yapmaya çağırıyoruz.
TÜRÇEP KURULUŞ BASIN AÇIKLAMASI VE SONUÇ BİLDİRGESİ
23 Temmuz 2005
Türkiye Çevre Platformu (TÜRÇEP), aşağıda belirtilen Bölgesel Çevre Platformları temsilcilerinin 23 Temmuz 2005 tarihinde Ankara’da yaptığı toplantı ile kurulmuştur.
Kurucu bölgesel platformlar şunlardır:
Platformun Yönetim Grubu üyeleri:
BAKÇEP’ten; Tanay Sıdkı Uyar, Nilgün Durak
MARÇEP’ten; Sunay Obuz, Cengizhan Aktan
DOKÇEP’ten; Mustafa Yazıcı, Şafak Morgül
İÇAÇEP’ten; Abidin Özkaymak, Salih Yaşar
DAÇE’den; Oktay Demirkan, Hüseyin Erçin
Platform Koordinatörü, Tanay Sıdkı Uyar’dır.
Türkiye Çevre Platformu’nun kuruluş amacı;
Küresel, ülkesel, bölgesel ve yerel çevre sorunlarına karşı ekolojik dengenin korunması temelinde; tarihi, kültürel ve doğal çevre bilincini ve duyarlılığını geliştirmek, etkin kılmak ve yaygınlaştırmaya yönelik çalışmalar yapmak, bu sorunlara karşı ortaklaşa ve çevreden yana taraf olmak, kamuoyu oluşturmak, çözüm önerileri üretmek ve yaşama geçirmektir.
Bu amaçları gerçekleştirmek için;
Çevre ve ekoloji ekseninde politikalar belirler. Yerel, ulusal ve uluslararası karar mekanizmalarını etkileme girişimlerinde bulunur.
Toplumun her kesimine yönelik bilgilendirme ve eğitim çalışmaları yapar.
Görsel, işitsel ve yazılı yayınlar yapar, çağdaş iletişim olanaklarından yararlanır.
Amacı doğrultusunda kendi dışındaki ulusal ve uluslararası STK’larla ilişkiler kurar, ortaklaşılan konularda işbirliği yapar, koordine eder.
Araştırmalar yapar, projeler üretir, eylem plan ve programları yapar.
Platformumuz, AB müzakere sürecinde çevresel konularda mutlaka etkin olmayı amaçlamaktadır.
Küresel ısınma, nükleer kirlilik, ormansızlaştırma, fosil yakıtlar, enerjide yanlış sübvansiyonlar, Maden Yasası ve Orman Yasası gibi çevre karşıtı yasalar, savaş ve kimyasal silahlar, erozyon, tarımsal toprakların amaç dışı kullanımı, yanlış turizm politikaları, nüfus artışı ve çarpık kentleşme gibi yerel, ulusal ve küresel sorunların çözümünde, bugüne kadar bağlı bulunduğumuz STK’lar ve Bölgesel Çevre Platformlarımızda olduğu gibi, bundan böyle de çok daha güçlü olarak TÜRÇEP çatısı altında etkin mücadelemizi sürdürme kararlılığımızı;
Ekonominin karbonsuzlaştırılması, toprak ve su envanterinin yapılması, Türkiye kirlilik haritasının çıkarılması ve bu doğrultuda Ulusal Eylem Planı’nın hazırlanması, her konuda olduğu gibi çevresel konularda da hukukun üstünlüğü ilkesine uyularak, sorunların, AİHM’ye bırakılmadan iç hukukumuzla çözülmesini sağlayacak yasal düzenlemelerin yapılması ve yerel-ulusal karar vericilerin bu yasalara uyması, yeraltı ve yerüstü su kaynakları ile flora ve faunanın korunması ve Milli Parklar’a yasal işlerlik kazandırılması, Enerjinin Etkin Kullanımı Yasası’nın işlevine uygun olarak bir an önce çıkarılması, sürdürülebilir temiz enerji kaynaklarının kullanılması yönünde kendi yapacaklarımızın yanı sıra, aynı amaçlar içinde olan her kesimle iş ve güç birliği yapmaya açık olduğumuzu
Kamuoyuna saygıyla duyuruyoruz.