Çiftçilerin ürettiği tarım ürünleri; gıda şirketleri, zincir marketler ve ihracatçılar tarafından ucuza kapatılırken, tüketicilere yüksek fiyatlarla satılıyor. Belediyeler hem çiftçiyi, köylüyü hem de tüketiciyi koruyacak bir ürün pazarlama stratejisi izlemelidir. Adil ve ekolojik bir gıda dağıtım sistemi gerekiyor. Bunun formülü aslında çok açık. Ürünler çiftçiden tüketiciye en kısa yoldan ulaşmalı. Aradaki aracılar ortada kalkmalı. Yerel üretim, yerel tüketim esas olmalı. Gıdaların seyahati kısıtlanmalı. Bu yapılırken gıdaların sağlıklı olması da gerekiyor. Bu alanda elimizdeki alternatifler şunlar:
Son iki alternatif (7,8) hızlı sonuç almak açısından etkili olmaktadır. Yedinci seçenek etki bakımından kısıtlıdır. İzmir’de bu yolla sınırlı sayıda kooperatifin ve çiftçinin durumunun kısmen iyileştirildiği söylenebilir. Bu seçeneğin çok yaygınlaştırılması imkânsızdır. Sekizinci seçenek eskiden başarılı bir şekilde kullanılmakta idi. İzmir Tansaş modeli gibi. Ancak bu uygulamada ekolojik bir duyarlık olmadığı gibi, doğrudan çiftçiden almak gibi bir politikaları da belirgin değildi. Geçen zaman içinde Tansaşlar özelleştirdi, ulusaşırı zincir marketler ülkeye yerleşti. Şu anda hızlı sonuç almak için belediyeler bu seçeneği tekrar kullanmak isteyeceklerdir. Ekolojik duyarlığı olması ve doğrudan kooperatiflerden ve çiftçiden ürün almak koşulu ile bir miktar başarı şansı olabilir. Ancak ulusaşırı zincir marketlerin ciddi bir ekonomik ve ideolojik savaş açacaklarını da dikkate almak gerekiyor. Farklı politikalar izleyecek yönetimler belediyelerde yönetime geldiğinde bu oluşumlar tekrar özelleştirilebilir. Bu nedenle tek seçenek olarak uygulanması sakıncalıdır.
Birden altıya kadar seçeneklerin bilinçli ve mücadeleci kişi ve toplulukların elinde gerçekleşecek olması bakımından sürdürülebilirliği daha kuvvetlidir. Bir başka yararı çiftçilerin, tüketicilerin mali imkânları, fikri ve fiziki emeklerinin de kullanılacak olmasıdır. Ayrıca bu seçenekler uygulandığında gerek çiftçiler, gerekse üretim kooperatifleri dayanaklı olacaklar ve maliyetleri düşecektir. Dayanaklı olmaktan her türlü şoka ve krize dayanabilmesi ve çabuk atlatabilmesini kastediyorum. Hem tüketiciler sağlıklı besine hem de çiftçiler sağlıklı bir üretim sistemine kavuşacaklardır. Belediyeler bu seçenekleri destekleyerek daha az mali imkânla daha büyük sonuçlar elde edebilirler. Bu seçeneklerin uygulanmasında başarılı olmak için belediyelerin agroekolojik tarım sistemini desteklemesi ve yayılması için çalışması da gereklidir. Endüstriyel tarım sistemini destekleyerek bu seçeneklerin geliştirilmesi mümkün değildir.
Soğuk hava depolarını geliştirerek, ürünlerin daha ileri düzeyde işlenmesini sağlayarak ve benzeri yollarla da çiftçilerin eline geçen fiyatları yükseltirken, tüketicilerin ödediği fiyatları kısıtlamak mümkündür. Belediyeler bu işleri kooperatiflere yardımcı olarak da yapabilirler. Yapılacak geliştirmeler için her ürün ayrı incelenmelidir.
ÖZET
Yeni belediye yasaları ile büyükşehir belediyeleri tüm il çapında tarımsal ve kırsal sorunlarla ilgilenmeye başladılar. Peki, belediyeler nasıl bir tarım sistemini ve dağıtım sistemini desteklemeli?
Tarım ve Orman Bakanlığı endüstriyel tarım sistemini ve küresel tarım rejimini destekliyor. Endüstriyel tarım dediğimizde kısaca; sentetik tarım ilaçlarının, kimyasal gübrelerin kullanıldığı tarımı anlıyoruz. Bu tarım sistemi ve uygulanan tarım politikaları sonucu çiftçiler ikili bir fiyat sistemi içinde eziliyor. Çiftçilerin modern denilen girdilere ödedikleri fiyat roket hızıyla artarken, ürünleri için ellerine geçen fiyatlar ya artmıyor, hatta düşüyor veya artıyorsa da kullandıkları girdilerden ve tüketim malları fiyatlarından daha yavaş bir hızda artıyor. Bu fiyat makası çiftçilerin gelirini her yıl biraz daha daraltıyor. Bu evrensel bir olgu. Endüstriyel tarım sürdürülebilir değil. Toprağı, suyu kirletiyor. Erozyona yol açıyor. Küresel iklim değişikliğini arttırıyor.
Bu ikili fiyat makasını açabilmek için iki şey yapmak gerekiyor. Birincisi endüstriyel tarımı terk ederek tarım kimyasallarına (sentetik tarım ilaçları ve kimyasal gübreler) dayalı girdileri kullanmayan agroekolojik tarıma geçmektir. Bu makasın alt ucunu açıyor. İkincisi ise ürünleri zincir marketler ve diğer aracılara değil doğrudan tüketicilere ulaştırmanın yollarını aramaktır. Bu da makasın üst ucunu yukarı doğru açıyor. Böylelikle çiftçinin geliri artacaktır.
Dünya’da ve ülkemizde bu yolları arayan ve bulan insanlar çoğalıyor. Geleneksel köylüler olduğu kadar, köye dönen emekliler, daha önce kır emekçisi olup kentlere göç etmek zorunda olanlar, genç profesyonellerden oluşan bir grup insan agroekolojik tarım sistemini benimseyerek ve ürünlerini doğrudan tüketicilere ulaştırmaya çalışarak yeni bir yol açıyorlar. Bunlara; kapitalist sistemin rekabet gibi değerlerini benimseyen, endüstriyel tarımı izleyen, ancak bir türlü istediği yere ulaşamayan girişimci çiftçiler dediğimiz grup da değişim geçirmeye çalışarak katılabiliyor. Öte yandan eş zamanlı olarak şirketlere ve büyük çiftçilere dayanan kapitalist işletmeler de yoğunlaşıyor. Bütün bu süreçler iç içe yaşanmakta. Yeni köylülük dediğimiz bu kategoriler önümüze yeni bir ufuk açabilir.
Endüstriyel tarım ve aslında bunun bir miktar daha denetimli hali olan “iyi tarım” çıkar yol değildir. Bu sistemler çiftçiyi borçtan kurtarmaz, ekolojik yıkımı önlemez. Çiftçi; gelirinin çoğunu tarım kimyasallarına, şirket tohumlarına, mazota, endüstriyel yeme harcamak zorunda kalır.
Agroekolojik tarım organik tarıma indirgenemez. Ancak çıkış noktasından uzaklaşarak, uygulanmasında sistemin denetimine alınarak evcilleştirilen organik tarım, epeyce sorunları olmasına rağmen agroekolojik tarımın içinde kabul edilebilir. Permakültür, onarıcı tarım, biyodinamik tarım, Fukuoka’nın tarım anlayışı hepsi agroekolojinin geniş şemsiyesi içindedir. Aslında her ülkede binlerce yıldır geliştirilmiş bulunan bilge köylü uygulamaları, geleneksel ve yerel tarım bilgisi veya başka bir değişle “halkın bilgisi” agroekolojinin değerli kaynaklarını oluşturur. Bütün bu uygulamaların çağın teknik ve bilimsel olanakları ile birleştirilmesi çabaları da birçok ülkede sürmektedir. Dünya köylüler, çiftçiler, balıkçılar ve çobanlarının örgütü olan Via Campesina agroekolojiyi takip etmektedir. Ülkemizde Via Campesina üyesi “çiftçi sendikaları” agroekolojiyi desteklemektedir. Agroekoloji; Via Campesina’nın ısrarlı çalışmaları sonucu Birleşmiş Milletler Gıda ve Tarım Örgütü (kısaca FAO) tarafından kabul edilmiştir. Şimdi sorun agroekolojiyi tepeden inme bir şekilde şirketlerin lehine değil, çiftçi ve köylünün lehine uygulamak, gıda egemenliği ile de birleştirerek en geniş toplumun çıkarları doğrultusunda ve ekolojik bir dünyayı doğuracak şekilde geliştirmektir.
Ülkemizde ziraat fakülteleri agroekoloji konusunda çok geri kalmıştır. Bazı bölümlerde okutulan tarımsal ekoloji adında bir ders dışında ciddi bir kavrayış yoktur. Hâlbuki 1970’lerde Ege Üniversitesi Ziraat Fakültesinde agroekoloji adında bir kürsü bile bulunuyordu. Daha sonra endüstriyel tarım sisteminin, yeşil devrimin baskısı ile agroekoloji konusu takip edilmemeye başlandı.
Agroekoloji hem bir bilim, hem bir uygulama hem de bir harekettir. Özellikle Güney Amerika’da çok yaygındır. Dünyada bu konuda çokça çalışma yapılmaktadır. Belediyeler bir plan dâhilinde agroekolojik tarım sistemini yaygınlaştırmalıdır. Yayım açısından uygulanan en etkili yöntem “çiftçiden çiftçiye” (İspanyolca Campesina a campesina) diye isimlendirilmektedir.
Tarım ve Orman Bakanlığı organik tarıma daha çok zenginlere ve dış satıma yönelik bir konu olarak bakıyor. Onların temel anlayışı organik tarımda verimin düşük olacağı gibi çok tartışılır bir varsayıma dayanıyor. Öte yandan organik tarım büyük ölçüde sistem içine alınmış bulunuyor. Aslında ülkemizdeki başlangıcında da gelişmiş ülkelerin ithalat gereksinimleri itici güç olmuştur. Organik tarım kanunu bu sistem içine almayı kolaylaştırıyor. Organik tarım etiketini kullanmak için denetleme şirketlerinden sertifika almak gerekiyor. Bu ek bir masrafa yol açıyor. Ayrıca ev yapımı tarım ilaçları veya yerel tohum kullanmak, nöbetleşmeli tarım yapmak, kardeş bitkiler kullanmak gibi kültürel önlemler almak yerine bu defa gene biyopestisit denilen ve sentetik ilaçlardan daha da pahalı olan şirket ilaçları kullanılmaya başlanıyor. Bazı organik tarım üreticileri örneğin tek bir çeşit şeftali çeşidini yüzlerce dekara ekiyor, işçi sömürüsü yapıyor, ürünü çok uzak noktalara, bazen de yurt dışına ihraç ediyorlar. Bu ise ne biyoçeşitliliğe, ne işçi ve insan haklarına ne de ekolojik ilkelere uymuyor. Bu tür bir organik tarıma “endüstriyel organik tarım” da denebilir.
Organik tarıma yönelik destekler ise teşvik edici bir düzeyde ve yapıda değil. Bakanlık “iyi tarım sistemini” de öneriyor. İngilizcesi “good agricultural practices” yani “iyi tarım uygulamaları” iken, kısaltılarak sadece “iyi tarım” deniliyor. Bu bir algı çarpıtmasına yol açıyor. Çünkü “iyi tarım” dediğimiz aslında ne kadar “iyi”, çok tartışılır bir konu. İyi tarım aslında endüstriyel tarımın biraz denetimli bir şekli. Genel ve yanlış olan anlayış şöyle açıklanabilir: “Tarım ilaçları uygun dozda ve hasattan belli bir süre önce uygulandığında sağlık ve çevreye zarar vermez”. Ancak bu kökten yanlış. Çok düşük düzeylerde bile tarım ilaçları sağlık açısından zararlı olabiliyor. Bu konuda endokrin sistemi bozucu tarım ilaçları ilk akla gelenler. Diğer yandan iyi tarımda da organik tarım gibi denetleme şirketlerinden sertifika alınması zorunlu. Bu bir yandan da çiftçinin masraflarını arttırıyor. Bu denetlemelerin yeterince ciddi olmadığı konusunda çokça iddialar var. İyi tarım da bakanlıkça yine yetersiz bir şekilde destekleniyor. Organik ve iyi tarım uygulamalarının oranı çok düşük düzeyde ve çok da büyüyeceği yok. Zaten bakanlık bütün bu sistemlerin endüstriyel tarım ile birlikte yaşaması gerektiğini düşünüyor.
Yapılmış araştırmalar sebze ve meyvelerde maksimum kalıntı limiti denen ve hiçbir şekilde yenilmesine izin verilmeyen ürünlerin oranının oldukça yüksek olduğunu gösteriyor. Bu limitlerin altındaki ürünlerin de insan sağlığına zararlı olacağı söylenebilir. “Yıkarız gider” anlayışı oldukça yanlış ancak yaygın bir düşünce. Sistemik denilen bitki özsuyu yoluyla bitkinin bütününe yayılan tarım ilaçları oldukça büyük bir oran tutuyor. Belediyelerin sağlıklı gıda konusunda yetkileri yeterli olmasa da bu konuya tarafsız kalamayacakları da açık bir durum.
Belediyelerin agroekolojik bir tarım sistemini kabul ederek yaygınlaşmasına çalışması yararlı olacaktır. Agroekoloji; ekolojik ilkelerin biyoçeşitliği yüksek, verimli ve dayanıklı tarım sistemlerinin tasarımı ve yönetiminde uygulandığı bir tarım sistemidir.
Endüstriyel tarım veya iyi tarım çiftçileri içine girdikleri bataktan kurtaramaz. Ayrıca tüketiciler ve çiftçiler tarım ilaçları ile zehirlenmektedirler. Köylü ve çiftçilerin ikili fiyat makasından kurtulabilmeleri için aynı zamanda ürünlerini de doğrudan tüketiciye ulaştırmaları gereklidir. Çiftçilerin ürünlerini satın alan ve doğrudan veya değişik düzeylerde işleyerek tüketicilere ileten şirketler, ihracatçılar, marketler, zincir marketler köylü karşısında çok güçlü bir konumdadır. Bunu kırabilmek için yeni araçlara ihtiyaç vardır. Kooperatifler ilk akla gelen kuruluşlardır. Ancak kooperatiflerin agroekolojik tarım sistemini benimsemeleri ve ürünlerini aracılara değil, olabildiğince tüketicilere doğrudan satmayı hedeflemeleri gereklidir. Aksi takdirde kooperatifler modern denilen sentetik tarım ilaçlarını, gübreleri, yemleri vb. girdileri çok küçük bir indirimle çiftçiye ileten ve ürünleri şirketlere çok küçük bir primle satan etkileri sınırlı ve dayanıksız kuruluşlar haline dönerler. Sistemin bir parçası haline gelirler. Çok başarılı görünenler de aslında tarımsal girdi şirketlerine ve ürün satın alan şirketlere çalışan bir ara kademe olmaktan ileri gidemezler. Ekolojik kooperatif modelinin Hollanda, İtalya, Fransa gibi ülkelerde başarılı örnekleri görülmektedir.
Çiftçi ve tüketici dostu, ekolojik ve sürdürülebilir yerel gıda sistemleri, dayanışmacı ekonomiler kurmak gerekiyor. Bunlar arasında topluluk destekli tarım grupları, gıda grupları, ekolojik köylü pazarları, tüketici kooperatifleri bulunmaktadır. Belediyelerin bu tür oluşumları desteklemesi çok yararlı olacaktır. Belediyeler hızlı sonuç almak isteyebilirler. Bunun için kurmayı düşünecekleri tanzim satış veya belediye mağazaları benzeri girişimler, gerek bürokratik yapıları gerekse de idarecilerin tüketiciye sağlıklı ve ucuz gıda sağlamak ve ekolojik ilkeleri korumak yerine kısa zamanda kâr sağlama, kişisel başarı elde etme güdüleri yüzünden istenilen gelişmeyi sağlayamayacakları düşünülebilir. Bu tür bir yol seçildiğinde belediye şirketleri kooperatifler, gıda grupları, ekolojik pazar grupları ile sıkı işbirliği yapmalıdır.
Belediyeler satın alma gücünü kullanarak bazı değişimleri başlatabilir veya olumlu bazı kuruluşları (kooperatif, gıda grubu vb.) destekleyebilir. Burada dikkat edilmesi gereken nokta bu gücün sınırlı olduğudur. Bu nedenle her şeyi kendi gücüyle yapmak yerine otonom kuruluşların oluşması ve gerek entelektüel gerekse de maddi kaynaklar açısından toplumun harekete geçirilmesinin önemli olduğu unutulmamalıdır. Belediyeler Tarım ve Orman Bakanlığının genel politikasını belirleyemediğine göre nerede ne üretileceğine tam olarak yön verecek bir üretim planlamasını yapamayacağı dikkate alınmalıdır.
Çiftçi ve tüketici dostu bir yapının oluşmasında kamu ve kooperatifler elindeki soğuk hava depolarının, işleme tesislerinin, ulaştırma olanaklarının kapasitesi de çok önemlidir. Bu nedenle bu yapı iyi incelenerek belediye yardımıyla genişletilmesi çok yararlı olacaktır.
Giriş
Belediyeler ile ilgili yapılan yasal değişiklikler büyükşehir ve ilçe belediyelerinin köy, kırsal kalkınma, tarım ve sağlıklı gıdaya erişim ile ilgili sorumluluk alanlarını genişletmiştir. Bu durumda belediyelerin bu alanlarla ilgili stratejileri büyük bir önem kazanmaktadır.
Tarım ve Orman Bakanlığı ve bir bütün olarak merkezi yönetim; endüstriyel tarım sistemini, gıdanın dağıtımında şirketlere dayanan bir sistemi, tarım politikasında gelişmiş ülkelerin çıkarlarını destekleyen neoliberal bir anlayışı takip ediyor.
Belediyeler bu alanlarda nasıl bir strateji uygulamalı? Nasıl bir tarım sistemini yaygınlaştırmaya çalışmalı? Gıdanın pazarlanmasında nasıl bir politika izlemeli? İlgileneceğimiz konular bunlar.
Her ne kadar belediyeler, ülke düzeyinde uygulanan tarım politikası karşısında bazı kısıtlarla karşılaşacak olsa da bu alanda bir manevra alanı olduğu söylenebilir. Bu yazıda bu konular üzerinde duracağız. Ancak, belediyelerin ülke politikalarını belirleme olanağı olmadığı için, ülke çapında nasıl bir tarım politikası olması gerektiği üzerinde durmayacağız.
Çiftçiliğin Ürün ve Girdi Fiyatları Makası Arasında Ezilmesi
Ülkemizde ve dünyada çiftçilerin en çok yakındığı konu; özellikle 1980 sonrası uygulanan tarım politikaları sonucu ürünlerinden ellerine geçen fiyatın artmaması, hatta bazı yıllar şiddetli düşüşler göstermesine karşılık, satın aldıkları girdiler olan sentetik tarım ilaçları, kimyasal gübreler, sanayi yemi, tohum, mazot ve makinelere ödedikleri fiyatın çok daha hızlı artışıdır. Bu durum adeta bir makasın iki ucu arasında ezilmeye benzemektedir. (Grafik 1) Çiftçi ne kadar endüstriyel tarıma bağlandı ise bu ezilme daha da güçlü olmaktadır.
Grafik 1: Tarım sektörünün girdi ve ürün fiyatları arasında sıkışması
Kaynak: Ploeg, 2012.
Grafik 2: Girdilerin işletmeden sağlanması, ürünlerin doğrudan tüketiciye satışı ve çeşitlenmesi
Kaynak: Ploeg, 2012.
Bu ikili fiyat makasının açılması gereklidir. (Grafik 2) Makasın alt ucunun açılması modern denilen bu girdilerden kurtulmakla mümkündür. Kurtuluş satın alınan girdilerin işletme içinde üretilmesidir. Endüstriyel tarımdan agroekolojik bir tarıma geçiş ile bu mümkün olabilmektedir. Bir üretim dalının yan ürünleri veya atıkları diğeri için girdi olabilmektedir. Tarım ilaçları yerine hastalıklara dayanıklı yerel tohumların kullanılması, ev yapımı ilaçların yapılması, kimyasal gübreler yerine hayvancılığı sisteme dâhil ederek hayvan gübresi kullanılması, yeşil gübre, kırmızı solucan gübresi, komposto kullanılması, yoğun su yerine malçlama yapılması, kardeş bitkiler kullanılması, sürümden vaz geçerek anıza ekim yapılması, zeytinliklerde, meyvacılıkta sürümden tümden vazgeçilmesi gibi uygulamalarla modern denilen bu girdilerin çoğundan kurtulmak mümkün olmaktadır. Bu makasın alt ucunu aşağı doğru eğmektir. (Grafik 2) Makasın üst ucunun açılması için ise ürünlerin doğrudan tüketiciye satılmasının yollarının aranılmasıdır. Bu da ekolojik köylü pazarları, topluluk destekli tarım grupları, gıda toplulukları, tüketim kooperatifleri ile ilişki kurulması, kargo sistemi ile interneti kullanarak pazarlama, eko-kooperatiflerin kurulması, agro-turizm gibi yollarla sağlanabilmektedir.
Köylü Tarımı, Girişimci Tarım, Kapitalist Tarım
Tarım kesiminde üç grup çiftçi bulunmaktadır. Köylü tarımı ekolojik varlıkların sürdürülebilir kullanımına, köylü geçimini savunma ve geliştirmeye yöneliktir. Çok fonksiyonluluk en temel bir özelliğidir. Emek daha çok aile içinden sağlanmakta, bazen de kırsal kesim içinde karşılıklı yardımlaşma ile sağlanmaktadır. İkinci grup girişimci tip tarımsal üretim yapanlardır. Finansal ve sanayi sermayesine dayanmaktadır. Ölçek olarak büyüme önemlidir. Üretim ileri düzeyde ihtisaslaşmıştır ve tamamıyla pazara yöneliktir. Girdiler ve çıktılar olarak pazara bağımlıdır. Buna karşılık köylüler çeşitli mekanizmalarla tarım uygulamalarını bu pazarlardan uzaklaştırmaya uğraşmaktadırlar. Üçüncü grup büyük ölçekli şirket (veya kapitalist) tarımıdır. Bu tarz, devletin yürüttüğü ihracata yönelik tarım desteklemeleri ile gelişmektedirler. (Ploeg, 2008) Emek; aylıklı veya geçici işçilik ile sağlanır. Üretim kâr maksimizasyonuna dayalıdır. Girişimci çiftçiler başarılı olduklarında kapitalist çiftçi olurlar. Köylüler sosyal açıdan diğerlerinden büyük ölçüde ayrışırlar.
Yeniden köylüleşme niteliksel bir kaymayı içerir. Bu bazen Brezilya MST’de olduğu gibi eskiden köylü olan gecekondu halkının tekrar köylüleşmesi olabildiği gibi endüstriyel tarıma köklü bir şekilde bağlı girişimci kesimin agroekolojik tarım yöntemlerini benimseyerek köylüleşmesi şeklinde de olabilir. Ülkemizde de köylü kökenli, işçi ve memur olarak çalışmış kişilerin emekli olarak köye dönmeleri ve yeni köylülüğü benimsemeleri olayına da rastlıyoruz. Hatta genç veya orta yaşlı olan ve hiçbir şekilde köy ile ilgili bir geçmişi olmayan kişiler yeni köylülük saflarına katılmaktadır. Ploeg bu süreçlerin tek yanlı olmadığına da işaret etmektedir:
“Genellikle, gerek köylüleşme gerekse köylülükten çıkma aynı yerde ve aynı zamanda cereyan etmekte, bu iki süreç birbiriyle karmaşık biçimde ilişkilenmektedir…Köylü olma nihai adım olmak şöyle dursun tek bir adım olarak görülmemektedir. Süreçte söz konusu olan, zaman içinde süreklilik taşıyan ve keskin dalgalanmalar sergileyen bir akıştır. Köylülük durumunu bir dizi derece belirler. Pazarlara bağımlılık, piyasa kurumları ve ekonomi dışı zor, kazanılabilecek göreli özerklik, eldeki kaynakların miktarı ve bunlar üzerindeki denetim ve yaratılan üretmenlik düzeyleri bu bakımdan hep önemli olan etkenlerdir…Tarih boyunca yeniden köylüleşmenin birçok uğrağı olmuştur…Yeniden köylüleşme olgusunun incelenmesini gerektiren ikinci neden, köylü üretim tarzının belli başlı küresel sorunlar açısından (işsizlik, açlık, gıda kıtlığı, sürdürülemezlik, aşırı enerji tüketimi vb.) taşıdığı önemin (yeni) keşfedilmiş olmasıdır. Üçüncü neden, dünyanın her yerinde insanların (aralarında çok sayıda genç olmak üzere) kendilerini köylü olarak yeniden kurmalarıdır…Halen tüm Avrupa’da çiftçiler tarıma yönelik ağır bir basınçla karşı karşıyadır. Fiyatlar azalmasa bile yerinde saymakta, buna karşılık maliyetler artmaktadır. Bununla bağlantılı olarak önemli bir yoksullaşma durumu ortaya çıkmıştır. Klasik bir yanıt olarak ölçek büyütme ise, daha fazla büyümenin yüksek maliyetleri (kota, arazi, çevresel mekân) ile daha ileri düzeyde liberalleştirme ve küreselleşmenin artık gelecek vaat etmemesi nedeniyle etkisiz kalacak gibi görünmektedir (daha kötüye götürmese bile). Kanımca iki temel eğilim tespit edilebilir. Bunlardan ilki, dibe doğru daha ileri yarış anlamına gelecek klasik girişimci yanıttır. Avrupa’daki çiftçilerin çoğunluğunun yönelimini yansıtan ikincisi ise, tartışmalı ve saklı kalmakla birlikte sağlam, güçlü ve umut verici yeniden köylüleşme sürecidir. Bu süreçte özerklik yeniden yaratılmaktadır; bu özerklikle aynı anda yeni gelişme biçimleri, yeni katma değer ve daha yüksek gelirle birlikte yeni istihdam fırsatları ortaya çıkmakta, özerklik düzeyleri de yükselmektedir. (Ploeg, 2012)”
Nereye Gideceğiz?
Büyük gıda ve girdi şirketlerinin hegemonyası giderek yükselmektedir. Hemen hemen sadece çalışan başına ve/veya dekara verime odaklanmış ve kâr maksimizasyonunu hedeflemiş neoliberal düşünce devlet politikaları ve eğitim/araştırma sektörlerindeki hegemonyasına da dayanarak tarımı biçimlendirmektedir. Sonuç köylü kesiminin şiddetli bir şekilde gelir ve otonomi kaybıdır. Tüketicilere yansıması ise yükselen gıda fiyatları, gıda güvenliğindeki büyük kayıplardır. Çevrenin yok olma sürecine girmesi ise bütün bir toplumu etkilemektedir. Gelişmekte olan ülkelerde tarımda çalışan nüfus çok azalmış olabilir, ancak tarım; çiftçi ve tüketicilerin doğa ile kurdukları önemli bir bağlantıyı oluşturmaktadır. Bu nedenle önemi azalmamıştır.
Toplumsal sorunlara soldan bakan bazı kesimler ise köylülüğün yok olmasına karşı bunun kaçınılmaz olduğu görüşü yanında, köylülüğü sosyolojik geriliğin kaynağı olarak görmektedirler. Ancak gerek tarihte gerekse günümüzde köylülüğün oldukça ileri ve sorumluluk alan girişimleri de her zaman görülmüştür. Neoklasik iktisadın desteklediği girişimci çiftçiler de köylüler gibi ellerine geçen ürün fiyatlarının düşmesi ve girdi fiyatlarının artışı nedenleri ile büyük gıda ve girdi sanayilerinin altında ezilmektedir. Sonuç olarak gerek girişimci çiftçilerde gerekse de kentli ve bir zamanlar köylü olan hatta hiç köyle ilişkili olmayan kesimlerde “yeniden köylüleşme” denilen bir süreç başlamıştır. Geleneksel köylüler de bu sürece katılmakta ve değişim geçirmektedirler. “Yeni köylüler” denilen bu geniş kesim girdi sanayine bağlı olmaktan çıkarak otonomi kazanmak amacıyla agroekolojik tarım yöntemlerini benimsemekte, girdileri tarım içinden sağlamaktadır. Ürünlerin satışında ise süpermarket zincirleri, gıda şirketleri, tüccarlar vb. kesimlerden bağımsızlık kazanmak amacıyla doğrudan tüketiciye ulaşan pazarlama kanalları kullanmaya başlamaktadırlar. Bu kanallar arasında ekolojik köylü pazarları, topluluk destekli tarım grupları, eko-kooperatifler, tüketici kooperatifleri, internet üzerinden doğrudan pazarlama, agroturizm gibi birçok form bulunmaktadır. Bu süreç ülkemiz de dâhil olmak üzere dünyanın birçok köşesinde gözlenmektedir. Brezilya MST hareketinde olduğu gibi doğrudan kentten kıra göç eden çoğu eski köylü veya köy kökenliler kolektif tarım işletmeleri bile kurabilmektedirler.
Küresel iklim değişikliği, çevre kirliliği ve gıdalardaki yoksullaşma, kirlenme, gıda fiyatlarının tüketiciler için katlanamaz boyutlara ulaşması gibi endüstriyel tarımın ve uluslararası dev gıda şirketlerinin, uluslararası süpermarket zincirlerinin yol açtığı sorunların çözümünde bu “yeni köylülüğün” önemli bir rol oynayabileceğini söyleyebiliriz. Şüphesiz aşağıdan yukarı olan bu değişimler kendiliğinden bu hegemonik yapının kolayca değişebileceği anlamına gelmemektedir. Sorunun tarım politikası olduğu kadar genel politikayı da etkileyen yönleri bulunmaktadır. Ülkemizde de embriyo olarak gelişmekte olan bu sürecin başta araştırmacılar olmak üzere gerekli ilgiyi çekmesi yararlı olacaktır.
Var olan sıkışıklıktan çıkmak için agroekolojik tarım sistemlerinin benimsenmesi kaçınılmazdır.
Tarım İlaçları ve Zararları
Akdeniz Üniversitesi Gıda Güvenliği ve Tarımsal Araştırmalar Merkezinde Bülent Şık önderliğinde yapılan bir araştırma yediğimiz tarım ürünlerinde ciddi düzeylerde tarım ilacı kalıntısı olduğunu ortaya çıkardı.[1] [2]
Ülkemizin her yerine sebze, meyve gönderen önemli bir merkez olan Antalya’da yapılan araştırmada 2013 ve 2014 yıllarında Ocak-Nisan arasında semt pazarlarından tesadüfen toplanmış 709 domates, biber, hıyar, kabak, çilek, patlıcan ve portakalda 335 pestisit (tarım ilacı) kalıntısı aranmıştır.
Dünyada bir ürünün kesinlikle yenilemeyeceğini belirleyen bir değer var. Buna Maksimum Kalıntı Limiti (MKL) (İngilizce kısaltmasında MRL) deniyor. Maksimum Kalıntı Limiti bir gıda ürününde bulunan pestisit kalıntısı miktarının belli bir eşik değerin üzerine çıkmaması gerektiğini belirtir. Örneğin herhangi bir pestisit kalıntısının bir kilogram domateste en çok kaç miligramın altında olması halinde tüketilebileceğini gösterir. Bu eşiklerin üzerinde çıkarsa bu ürünün kesinlikle satılamayacağı ve yenilemeyeceği kabul edilir. Her ülkede bu eşikler az çok farklı olabilmektedir. Peşinen söyleyelim ki bu araştırmayı yapanlar da dâhil olmak üzere birçok araştırmacı bu eşiklerin altında da bazı tarım ilaçlarının (aslında bunlara zehir demek daha doğru) zararlı olabileceğini ortaya koyuyorlar. Örneğin endokrin sistem bozucu olarak tanımlanan bazı maddeler hormon yapımızı bozuyor. Bu maddeler MKL değerlerinden daha düşük düzeyde olsa dâhi zarar verebiliyor. Biz gene de genel kabul gören MKL değerlerini esas alarak araştırma sonuçlarına bakarsak, bir genelleme olarak örneklerin ilk yıl %21’i, ikinci yıl ise %25’inin bu değerlerden yüksek olduğunu görüyoruz. Geri kalanlarda da zehir var, ancak miktarları MKL değerlerinden aşağıda. Bu sonuçlar şu anlama geliyor. Elimizde adeta birinde mermi olan dört gözlü bir tabanca var ve Rus ruleti oynuyoruz. Domateste 2013’de %6’sı, 2014’de %12’si; kabakta sırasıyla %40 ve %36’sı limit üstü zehir içeriyor. Hâlbuki Gıda Tarım ve Hayvancılık Bakanlığı son on yılda sürdürülen bazı çalışmalarla limit üstü ürün oranının %1’lerin altına düşürüldüğünü söylüyordu. Kamu tanıtım videolarında “merak etmeyin, her şey kontrol altında” demekteler. Bunun değişik nedenleri var. Örneğin 2014 yılına kadar yürürlükte olan pestisit yönetmeliğinde gıdalarda kontrol edilmesi gereken yaklaşık 400 adet pestisit varken, bakanlığın yaptığı kontrollerde kalıntısını araştırdığı pestisit sayısı genel olarak 107 adedi geçmemektedir. Diğer yandan laboratuvarlarda pestisit analizlerinde cihazların sık sık bakımı ve kalibrasyonu yapılması gerekmektedir. Bunların her yerde düzenli yapılamadığı biliniyor. (Şık, 2018; 182-183)
Bu konunun çok iyi değerlendirilmesi gerekiyor. Bazı tarım danışmanları daha çok ihraca yönelik üretim yapan çiftçilere değişik etken maddeli ilaçları kullandırarak hiç birinde limit üstü çıkmamasını sağlayacak yönde bazı taktikler veriyorlar. Ancak birden çok pestisitin bir üründe olması durumunda bunların birlikte insan üzerinde nasıl bir etki yaptığına dair araştırmalar dünyada da çok kısıtlı. Bu araştırmada analiz edilen örneklerin %85’inden fazlasında birden fazla pestisit çıkmış, %1 örnekte ise 8-13 arasında pestisit varmış. Buna çoklu pestisit diyoruz. Düşünün bir domates yiyorsunuz içinde 13 ayrı zehir var. Hepsi de limit altı olabilir. Güvende misiniz? Çok, çok şüpheli.
“Yıkarız gider” derseniz çok yanılırsınız. Çok iyi yıkamak ve bazı meyve ve sebzeleri derin soymak bir düzeye kadar pestisitleri uzaklaştırsa da özellikle sistemik dediğimiz, bitkinin her yerine yayılabilen ilaçlardan kurtulamayacağımız bir gerçektir. Ayrıca çiftçiler de ilaçları atarken çok zarar görmektedirler. Bu ürünleri zehirsiz üretmenin yolları var. Niye bu yollar aranmaz?
Endüstriyel tarım dediğimiz kimyasal tarım ilaçları, kimyasal gübreler, şirket tohumları, yoğun su, gereğinden fazla ağır makinelerle yapılan tarım sistemi bir taraftan dünyayı kirletir ve ısıtırken, diğer yönden de şirketler ve süpermarketlere dayalı pazarlama ağı ile çiftçiyi yoksullaştırmakta, tüketiciyi gıdaya yabancılaştırmakta ve sömürmektedir. Çiftçilerin satın aldıkları girdiler giderek sayıca artmakta ve fiyatları hızla artmaktadır. Agroekolojik bir üretim sistemini benimseyerek çiftçi bu girdilerin çoğundan kurtulabilir.
Tarım ve Orman Bakanlığı organik tarıma daha çok zenginlere ve dış satıma yönelik bir konu olarak bakıyor. Onların temel anlayışı organik tarımda verimin düşük olacağı gibi çok tartışılır bir varsayıma dayanıyor. Öte yandan organik tarım büyük ölçüde sistem içine alınmış bulunuyor. Organik tarım kanunu bu sistem içine almayı kolaylaştırıyor. Organik tarım için denetleme şirketlerinden sertifika almak gerekiyor. Bu ek bir masrafa yol açıyor. Ayrıca ev yapımı tarım ilaçları veya yerel tohum kullanmak, nöbetleşmeli tarım yapmak, kardeş bitkiler kullanmak gibi kültürel önlemler almak yerine bu defa gene biyopestisit denilen ve sentetik ilaçlardan daha da pahalı olan şirket ilaçları kullanılmaya başlanıyor. Bazı organik tarım üreticileri örneğin tek bir çeşit şeftali çeşidini yüzlerce dekara ekiyor, işçi sömürüsü yapıyor, ürünü çok uzak noktalara, bazen de yurt dışına ihraç ediyorlar. Bu ise ne biyoçeşitliliğe, ne işçi ve insan haklarına ne de ekolojik ilkelere uymuyor.
Organik tarıma yönelik destekler ise teşvik edici bir düzeyde ve yapıda değil. Bakanlık “iyi tarım sistemini” de öneriyor. İngilizcesi “good agricultural practices” yani “iyi tarım uygulamaları” iken, kısaltılarak sadece “iyi tarım” deniliyor. Bu bir algı çarpıtmasına yol açıyor. Çünkü “iyi tarım” dediğimiz aslında ne kadar “iyi”, çok tartışılır bir konu. İyi tarım aslında endüstriyel tarımın biraz denetimli bir şekli. Genel ve yanlış olan anlayışı şöyle açıklanabilir: Tarım ilaçları uygun dozda ve hasattan belli bir süre önce uygulandığında sağlık ve çevreye zarar vermeyeceği düşünülüyor. Ancak bu kökten yanlış. Diğer yandan iyi tarımda da organik tarım gibi denetleme şirketlerinden sertifika alınması zorunlu. Bu bir yandan da çiftçinin masraflarını arttırıyor. Bu denetlemelerin yeterince ciddi olmadığı konusunda çokça iddialar var. İyi tarım da bakanlıkça yine yetersiz bir şekilde destekleniyor. Organik ve iyi tarım uygulamalarının oranı çok düşük düzeyde ve çok da büyüyeceği yok. Zaten bakanlık bütün bu sistemlerin birlikte yaşaması gerektiğini düşünüyor.
Şirketler sistemi içinde organik sertifikalı üretim yapan, biyopestisit denilen tarım ilaçlarını ilaç şirketlerinden, diğer tarım ilaçlarından daha da pahalı alan ve ürünlerini şirketler veya süpermarketler yoluyla pazarlamaya çalışan çiftçi endüstriyel tarım yapan çiftçiden çok da iyi bir durumda olmamaktadır. Güvenilirliği sorgulanan sertifikalara para ödeyen, ürünlerine çok küçük bir prim alan, hatta çoğu zaman tarım ilaçları ile üretilen endüstriyel tarım ürünleri ile aynı fiyatı alabilen çiftçi devletten aldığı organik tarım destekleri de dikkate alınmasına rağmen kendini teşvik edici bir sistem içinde bulmamaktadır. Bu nedenle de sistem tarafından kontrol edilen “organik” üretim çok yavaş bir hızla gelişmekte, ürünler daha çok yüksek gelirli kesimlere hitap etmektedir. Büyük üreticiler tarafından yapıldığında monokültür uygulanan, bu nedenle biyoçeşitlilikten söz edilemeyen, ücretli emeğe dayanan, şirketlerin biyopestisitlerini kullanan, sertifika zorunluluğu olan bu tür bir organik tarım istenilen yönde bir gelişim değildir. Ekolojik, ekonomik ve sosyal problemlerin çoğu çözülmemiştir. Bu nedenle bu sisteme “endüstriyel organik tarım” diyebiliriz. (Özkaya, 2012) (Özkaya, Özden, 2104)
Agro Ekolojik Tarım
Agroekolojik tarım tarımsal üretim sistemlerine uygulanan ekolojik süreçlerin incelenmesidir. Agro= tarım, eco= çevre, ev, loji= bilim demektir. Agroekoloji hem bir bilim, hem bir hareket, hem de uygulama demektir. Ülkemizde agroekoloji anlaşılmamıştır. Ziraat fakültelerinde ve tarımsal kuruluşlarda dikkate alınmaz. Agroekoloji organik tarıma indirgenemez. Ancak çıkış noktasından uzaklaşarak, uygulanmasında sistemin denetimine alınarak evcilleştirilen organik tarım, epeyce sorunları olmasına rağmen agroekolojik tarımın içinde kabul edilebilir. Birçok bilim ve teknik dalının agroekolojiye katkıları vardır. Sosyal, ekonomik ve politik konular da bu bilim de önemli bir ağırlığa sahiptir. Miguel A. Altieri bu alanda önde gelen araştırmacı ve eğitimcilerdendir. (Altieri, 1995) (Altieri ve ark., 2012) [3]
Agroekoloji birçok yaklaşımı içerir. Bunlar permakültür, onarıcı tarım, organik tarım, koruma tarımı, Fukuoka’nın tarım sistemi, biyodinamik tarım gibi örneklendirilebilir.
Agro ekolojinin bakış açısını küçük bir örnekle anlatalım. Mısır bitkisine zarar veren böcekleri endüstriyel tarımda birçok zehirle (onlar tarım ilacı diyorlar) öldürüyorlar. Hatta GDO uygulanıyor. Agro ekolojik çözümler ise çok iyi. Bunlardan birine “it ve çek teknolojisi” (push and pull technology) deniyor kısaca. Mısır sıraları arasına böcekleri kokusuyla iten bir sıra ot ekiliyor. Tarlanın çevresine ise bu böcekleri çeken otlar ekiliyor. Tarlanın içine giren böcekleri içerdeki otlar ittiriyor. Çevredekiler ise çekiyor. Mısırlar temiz kalıyor. Kimler kazanıyor: Çiftçi zehirlere para ödemekten kurtuluyor. Hem çiftçi hem de tüketiciler zehirlere maruz kalmıyorlar. Çevre sağlıklı kalıyor. Kaybedenler ise tarım kimyasalları satan şirketler oluyor.
Agroekolojik stratejiler olarak çoklu ürün (polikültür), kardeş bitkiler (birlikte ekim), hayvancılıkla bütünleştirme, nöbetleşme, ara ürün, yeşil gübre gibi çok değişik yollar söylenebilir. Halkın bilgisi, geleneksel tarım bilgi sistemi de agroekolojinin değerli kaynaklarıdır. Ev yapımı ilaçları reçetelerini içeren kaynaklar vardır. (Tezcan, 2014) Bunlar küçük ölçeklerde olduğu kadar büyük ölçeklerde de uygulanabilir.
Belediyeler agroekolojik bir tarım sisteminin hâkim olması için çaba göstermelidir. Endüstriyel tarım, iyi tarım çözüm değildir. Organik tarımın sınırları içine sıkışmak da çıkar yol değildir. Aslında çözümü çiftçilerin ürünlerini doğrudan tüketiciye ulaştıran tüketim kooperatifleri, gıda toplulukları, ekolojik köylü pazarlarının eş zamanlı olarak geliştirilmesi ile birlikte düşünmek lazımdır. Aracılara veya ihracata yönelik bir organik tarım çözüm olmayacaktır. Bu alternatif kanallardaki güven sorunu katılımcı onay (sertifikasyon) sistemi ile sağlanabilir.
(Katılımcı Onay Sistemi için bakınız: https://dogalbilinclibeslenme.wordpress.com/katilimci-onay-nedir/)
Belediyeler öncelikle agroekolojik tarım sistemini çiftçiye tanıtmak için çaba göstermelidir. Bu çalışmalarda çiftçiden çiftçiye yayım yaklaşımının kullanılması daha etkili olmaktadır. Latin Amerika’da campesina a campesina olarak bilinen bu yaklaşım bu alanda başarılı olmuş çiftçilerle diğer çiftçileri buluşturmak olarak kısaca açıklanabilir. Konuyla ilgili kitap, broşür, web sayfası, video vb. birçok doküman belediyeler tarafından hazırlanabilir veya bu konudaki çalışmalar desteklenebilir. Köylerde agroekolojik teknikler konusunda yapılacak demonstrasyonlar, tarla günleri vb. çok etkili olabilecektir.
Belediye kendi ihtiyacı ve marketlerinde satmak için aldığı ürünlerin önemli bir kısmını analiz ederek, daha çok kooperatif veya gıda grupları üyesi çiftçilerden alabilir. Zehirli olup olmadığına bakmaksızın bütün üretimi desteklemek doğru değildir. Ürünlerin önemli bir kısmında sıfır tarım ilacı şart koşulabilir. Belediyenin, aldığı ve kullandığı veya pazarladığı hiçbir ürünün maksimum kalıntı limitinin üzerinde olmayacağını garanti etmesi yararlı olacaktır.
Tarım Orman İl ve İlçe Müdürlükleri tarım ilaçları konusunda denetim yapma yetkisine sahiptir. Belediyelerin bu yetkisi yoktur. Belediyeler bu konuyu Tarım ve Orman Bakanlığı ile görüşmelidir. Belediyelerin temiz gıda sağlanması konusunda yetkileri yetersizdir. Belediyeler tarım ilaçları ve diğer toksik maddeler konusunda analiz yapacak laboratuvarları geliştirmesi yararlı olacaktır.
Agro Ekolojik Tarımda Verim Düşer mi?
Ülkemizde ve dünyada organik tarımda elde edilen verimlerin daha düşük olduğu konusunda bir algı bulunmaktadır. Bu ne derece doğrudur? Bu konuda yapılan bir araştırmanın sonuçlarını paylaşabiliriz. (Ponisio, 2015)
Bir meta araştırma olan bu çalışma, bu konuyu araştıran 115 ayrı araştırmanın, binden fazla gözlemini içermektedir. Genel olarak ele alındığında organik veriminin konvansiyonel tarımdan %19 daha az olduğu görülmektedir. Ancak ürün tipleri, yönetim uygulamaları ele alındığında çok farklı sonuçlar elde ediliyor. Örneğin baklagillerde, çok yıllık ürünlerde ve kalkınmış ülkelerde organik ve konvansiyonel uygulamalarda verimler arasında önemli bir fark bulunmuyor. Ancak baklagillerden olmayan ürünlerde, tek yıllık bitkilerde ve gelişmekte olan ülkelerde organik ve konvansiyonel arasında verim farkı vardır. Diğer yandan organik sistemde çoklu ürün ve ürün rotasyonları uygulandığında konvansiyonele göre verim açığı sırasıyla %9 ve %8’e düşmektedir. Bu sonuçlar eğer bazı gelişmeler sağlanırsa organik tarımın konvansiyonel tarımdan verim farkının çok azalacağını ortaya koymaktadır. Organik tarım konusunda araştırmalar çok yetersizdir. Ayrıca organik tarıma uygun çeşitler geliştirmek konusunda çok az şey yapılmaktadır. Şirketlerin çeşit geliştirme çalışmaları hep konvansiyonel tarım koşullarında yapılmaktadır. Diğer yandan ABD’de Rodale Enstitüsünün yaptığı 30 yılı geçmiş bir verim farkı araştırmasında soya, mısır ve buğdayda organik üretimde verim bir miktar daha fazla bulunmuştur. Çok daha önemlisi mısırda kurak geçen yıllarda organik üretimde verim konvansiyonele göre %31 daha fazla bulunmuştur. (Rodale Institute, 2019) Küresel iklim değişikliğine uyum açısından bu çok önemlidir.
Endüstriyel tarım yapılan bir alanda yerel tohum ve agroekolojik tarım sistemi uygulanmaya başladığında, öncesinde toprakta biyolojik hayat sona ermiş olduğu için ilk yıllarda dekara verim düşük olabilmekte, daha sonra verim yükselmektedir. Diğer taraftan endüstriyel tarımda verim daha çok tek bir ürünün dekara verimi açısından ele alınmaktadır. Hâlbuki agroekolojik tarımda çoklu ürün, ürün nöbetleşmesi ve kardeş bitkiler (karışık ürün) uygulamaları olduğundan bütün bir çiftliğin verimine odaklanmak daha anlamlı olmaktadır. Şüphesiz ürünün kalitesi ve sağlıklılığı ayrı değerlendirilmesi gereken özelliklerdir. Diğer yandan tarım işletmesinin dayanıklılığı da verim kadar önemli bir konudur. Ekonomik veya iklimsel krizlerden daha az etkilenmek ve daha kısa zamanda eski haline dönmek olarak tanımlayabileceğimiz dayanıklılık çiftçiye çok büyük yararlar sağlar.
Belediyeler Adil ve Ekolojik Bir Gıda Dağıtım Sistemine Destek Olmalı
Çiftçilerin ürettiği tarım ürünleri; gıda şirketleri, zincir marketler ve ihracatçılar tarafından ucuza kapatılırken, tüketicilere yüksek fiyatlarla satılıyor. Belediyeler hem çiftçiyi, köylüyü hem de tüketiciyi koruyacak bir ürün pazarlama stratejisi izlemelidir. Adil ve ekolojik bir gıda dağıtım sistemi gerekiyor. Bunun formülü aslında çok açık. Ürünler çiftçiden tüketiciye en kısa yoldan ulaşmalı. Aradaki aracılar ortada kalkmalı. Yerel üretim, yerel tüketim esas olmalı. Gıdaların seyahati kısıtlanmalı. Bu yapılırken gıdaların sağlıklı olması da gerekiyor. Bu alanda elimizdeki alternatifler şunlar:
Son iki alternatif (7,8) hızlı sonuç almak açısından etkili olmaktadır. Yedinci seçenek etki bakımından kısıtlıdır. İzmir’de bu yolla sınırlı sayıda kooperatifin ve çiftçinin durumunun kısmen iyileştirildiği söylenebilir. Bu seçeneğin çok yaygınlaştırılması imkânsızdır. Sekizinci seçenek eskiden başarılı bir şekilde kullanılmakta idi. İzmir Tansaş modeli gibi. Ancak bu uygulamada ekolojik bir duyarlık olmadığı gibi, doğrudan çiftçiden almak gibi bir politikaları da belirgin değildi. Geçen zaman içinde Tansaşlar özelleştirdi, ulusaşırı zincir marketler ülkeye yerleşti. Şu anda hızlı sonuç almak için belediyeler bu seçeneği tekrar kullanmak isteyeceklerdir. Ekolojik duyarlığı olması ve doğrudan kooperatiflerden ve çiftçiden ürün almak koşulu ile bir miktar başarı şansı olabilir. Ancak ulusaşırı zincir marketlerin ciddi bir ekonomik ve ideolojik savaş açacaklarını da dikkate almak gerekiyor. Farklı politikalar izleyecek yönetimler belediyelerde yönetime geldiğinde bu oluşumlar tekrar özelleştirilebilir. Bu nedenle tek seçenek olarak uygulanması sakıncalıdır.
Birden altıya kadar seçeneklerin bilinçli ve mücadeleci kişi ve toplulukların elinde gerçekleşecek olması bakımından sürdürülebilirliği daha kuvvetlidir. Bir başka yararı çiftçilerin, tüketicilerin mali imkânları, fikri ve fiziki emeklerinin de kullanılacak olmasıdır. Ayrıca bu seçenekler uygulandığında gerek çiftçiler, gerekse üretim kooperatifleri dayanaklı olacaklar ve maliyetleri düşecektir. Dayanaklı olmaktan her türlü şoka ve krize dayanabilmesi ve çabuk atlatabilmesini kastediyoruz. Hem tüketiciler sağlıklı besine hem de çiftçiler sağlıklı bir üretim sistemine kavuşacaklardır. Belediyeler bu seçenekleri destekleyerek daha az mâli imkânla daha büyük sonuçlar elde edebilirler. Bu seçeneklerin uygulanmasında başarılı olmak için belediyelerin agroekolojik tarım sistemini desteklemesi ve yayılması için çalışması da gereklidir. Endüstriyel tarım sistemini destekleyerek bu seçeneklerin geliştirilmesi mümkün değildir.
Soğuk hava depolarını geliştirerek, ürünlerin daha ileri düzeyde işlenmesini sağlayarak ve benzeri yollarla da çiftçilerin eline geçen fiyatları yükseltirken, tüketicilerin ödediği fiyatları kısıtlamak mümkündür. Belediyeler bu işleri kooperatiflere yardımcı olarak da yapabilirler. Yapılacak geliştirmeler için her ürün ayrı incelenmelidir.
KAYNAKLAR
Altieri, M. (1995) Agroecology: The Science of Sustainable Agriculture. Westviev Press.
Altieri, M. ve ark. (2012) “Agroecologically efficient agricultural systems for smallholder farmers: contributions to food sovereignty” içinde: Agronomy for Sustainable Agriculture, January 2012, Volume 32, Issue 1, pp 1–13.
https://link.springer.com/article/10.1007%2Fs13593-011-0065-6
Şık, B. (2018) Mutfaktaki Kimyacı, Doğan Kitap, İstanbul
Foster, J.B. and Magdoff, F. (2000) “Liebig, Marx, and Depletion of Soil Fertility: Relevance for Today’s Agriculture” Hungry for Profit içinde, Monthly Review Press, New York, s. 43-60.
Özkaya, Ö. (Editör), (2012), Nasıl Bir Organik Tarım, Yeni İnsan Yayınevi, İstanbul.
Özkaya, Ö. ve F. Özden (2014) (Editörler), Başka Bir Hayvancılık Mümkün, Yeni İnsan Yayınevi, İstanbul.
Ponisio L.C. ve ark. (2015) Diversification Practices Reduce Organic to Conventional Yield Gap. İn: Proceedings of Royal Society Biological Sciences 282:20141396. http://dx.doi.org/10.1098/rspb.2014.1396)
Ploeg, J. D. W. (2008). The New Peasantries, Earthscan, London.
Ploeg, J. D. W. (2012) “Bir Kez Daha Köylü Üretim Tarzı Üzerine” Kırsal Kalkınmada Alternatif ve Yeni Yaklaşımlar, Heinrich Böll Vakfı, İstanbul. https://tr.boell.org/tr/2014/06/16/kirsal-kalkinmada-alternatif-ve-yeni-yaklasimlar-0
Rodale Institute, (2019) Farming Systems Trial, Erişim tarihi: 4.4.219 https://rodaleinstitute.org/wp-content/uploads/fst-30-year-report.pdf
Tezcan;F. (2014) Börtü Böcek İçin Doğa Dostu Öneriler ve Ev Yapımı İlaçlar, İzmir.
[1] Haberini daha geniş okumak isteyenler şu adresi tıklayabilir: bianet.org/bianet/tarim/165871-gidada-pestisit-kalintisi-ve-saglik
[2] “Bülent Şık, 2018, Mutfaktaki Kimyacı, Doğan Kitap, İstanbul” adlı kitapta gıdalardaki pestisit, katkı maddeleri vb. maddeler ve etkileri konusunda geniş bilgi vardır.
[3] Şu kaynaklarda da agroekoloji hakkında bilgi bulunabilir:
http://www.fao.org/agroecology/en/
https://viacampesina.org/en/what-are-we-fighting-for/biodiversity-and-genetic-resources/
Bugünlerde belediyeler stratejik planlarını hazırlıyorlar. Tarım ve kırsal kalkınma alanında nasıl bir gelecek planlanabilir? Bu yazı herhangi bir büyükşehir belediyesinin durumu ele alınarak hazırlanmışsa da, ilçe belediyeleri de benzer çalışmaları kendilerine uyarlayabilirler. Bu konuda kalın çizgilerle bir değerlendirme yapmaya çalışacağım. Geçen yazılarımda da belirttiğim gibi endüstriyel tarım; çiftçileri, fiyatları hızlı artan güya modern girdiler ve artmayan ürün fiyatları arasında eziyor, çevreyi ve toprağı bozuyor. Tüketiciler de marketlerden yüksek fiyata aldıkları bu ürünlerle hem sömürülüyor hem de zehirleniyorlar. Agroekolojik bir tarıma geçmek zorunlu. Agroekoloji organik tarıma indirgenemez, ancak onu da içerir. Agroekoloji; Birleşmiş Milletler Gıda ve Tarım Örgütü FAO tarafından da kabul edilen ve uluslararası çiftçi/ köylü örgütü Via Campesina’nın öncülüğünü yaptığı bir bilim, uygulama ve harekettir. Belediyeler bu tarım sistemini yaymalı. Örneğin beş yıllık bir sürede belli bir başarı elde edilebilir. Bunu ölçmek için bazı sayısal ölçütler konulabilir. Bunlar şöyle örneklenebilir.
Bunları gerçekleştirmek için çeşitli eylemler/ etkinlikler planlanabilir. Birkaç örnek verelim.
Bu liste uzatılabilir. Uygulanan yaklaşım genel olarak çiftçiden çiftçiye (campesina a campesina) olmalıdır.
Diğer önemli alan, tarım ürünlerinin çiftçiden tüketiciye doğrudan pazarlanması ve tüketim alanıdır.
Hedefler şöyle olabilir:
Bunları gerçekleştirmek için aşağıda örnekleri verilen bazı eylemler/etkinlikler düşünülebilir:
Bütün bu planların katılımcı bir süreç içinde belirlenmesi ve paydaşlarla anlaşarak yapılması son derecede önemli. Aksi takdirde uygulanamayan ve toplumca içselleştirilemeyen bir planlama yapılmış olur.
UNESCO Dünya Kültür Mirası koruma bölgesinde olan ve Ekolojik Hassas Bölge olarak tanımlanan Bergama’daki Kozak Yaylası sınırları içerisindeki Kapıkaya Köyü’ne yapılması planlanan altın madeni için nihai ÇED olumlu raporu verildi.
Çevre hakları aktivisti Arif Ali Cangı “Bölgede 20 yıldan beri yargı kararları yok sayılarak maden işletiliyor” dedi.
Çevre ve Şehircilik Bakanlığının internet sitesinden yapılan açıklamada “Koza Altın İşletmeleri A.Ş. tarafından yapılması planlanan Kapıkaya Altın Gümüş Bakır Madeni Açık Ocak İşletmesi projesi ile ilgili olarak bakanlığımıza sunulan ÇED Raporu İnceleme Değerlendirme Komisyonu tarafından incelenmiş ve değerlendirilmiştir” denildi.
Açıklamada “Proje ile ilgili olarak ÇED Yönetmeliğinin 14. maddesi gereğince Bakanlığımızca “Çevresel Etki Değerlendirmesi Olumlu” kararı verilmiş olup; İzmir Valiliği (Çevre ve Şehircilik İl Müdürlüğü) tarafından kararın halka duyurulması gerekmektedir” ifadeleri kullanıldı.
Mahkeme tarafından iptal edilen projenin yerine
Kapıkaya Köyü’ne komşu Yerlitahtacı Köyünde yine Koza Altın İşletmeleri A.Ş tarafından yapılmak istenen altın madenine 2009 yılında verilen ÇED Olumlu kararı açılan mahkeme sonrası geçtiğimiz yıl iptal edilmiş, karar Danıştay tarafından onanmıştı.
Yerlitahtacı Köyü’ne yapılmak istenen madenin iptal kararının ardından bu sefer Kozak Yaylası’nda Yerlitahtacı Köyü’ne komşu Kapıkaya Köyü’nde yine Koza Altın İşletmeleri A.Ş tarafından maden yapılması istemiyle ÇED süreci başlatıldı.
ÇED Raporunu İstanbul Boğazı’nın kuzeyine yapılan Yavuz Sultan Selim Köprüsü ve Kuzey Marmara Otoyolu’na ÇED Raporu hazırlayan Amerikan menşeili AECOM Turkey Danışmanlık ve Mühendislik firması hazırladı.
Şirket kayyumla yönetiliyor
Kozak Yaylası’na altın madeni yapmak isteyen Koza Altın İşletmeleri A.Ş, Koza Holding çatısı altında bulunuyor. Koza Holding ve holding çatısı altındaki 22 şirkete 26 Ekim 2015 tarihinde Ankara 5. Sulh Ceza Hakimliği tarafından kayyum atandı.
Cangı: “Madeni işletenler kaçak durumunda”
İzmir’in Bergama ilçesi Kozan Yaylası’nda altın madenine verilen ÇED olumlu raporunu, çevre hakları savunucusu Avukat Arif Ali Cangı bianet’e değerlendirdi.
Yaklaşık 20 yıldan beri yargı kararları yok sayılarak Bergama Ovacık Altın Madeni’nin işletildiğini belirten Cangı, madeni işletenlerin şu anda FETÖ/PDY (Fetullahçı Terör Örgütü / Paralel Devlet Yapılanması) sanığı olarak kaçak durumda olduklarını söyledi.
Ovacık Altın Madeninde rezervin bittiğini dile getiren Cangı sözlerine şu şekilde devam etti:
“Maden işletmesini çalıştırmak için Kozak Yaylasına göz dikilmiş durumda. Bu kapsamda şimdiye kadar Gelintepe, Uyuzkaya ve Yerlitahtacı maden ocağı projeleri gündeme geldi, üç proje de açtığımız davalar sonunda Mahkemeler tarafından verilen iptal kararları ve Kozaklıların tepkisi sayesinde gündemden çıktı.
“Aynı ruhsat sahası içinde iki ayrı maden ocağı projesi”
“Bunlardan Yerlitahtacı ile Kapıkaya maden ocağı projeleri birbiriyle yakın ilişkili. Zira aynı ruhsat sahası içinde iki ayrı maden ocağı projesi.
“Yerlitahtacı Köyü’nde açılmak istenen altın madeni ocağı için Koza Altın İşletmeleri A.Ş.’nin “Yerlitahtacı Altın Madeni Açık Ocak İşletmeciliği Projesi” ile ilgili olarak 18/09/2009 tarihinde verilen ÇED olumlu kararı için açılan davada geçen yıl İPTAL kararı verilmişti.
“Danıştayca onanarak kesinleşen karar sayesinde Bergama’nın su kaynakları ve Kozak için ciddi tehdit oluşturacak maden ocaklarının bir tanesi daha hukuken kapanmıştı.
Başka adla yeni ÇED Raporu
Fotoğraf / ÇED Raporu içersinden
“Şimdi görüyoruz ki; Yerlitahtacı için verilen yargı kararını eksiksiz hale getirilmek amacıyla aynı bölgede aynı ekosistem içinde başka adla yeni bir ÇED olumlu kararı verilmiş. Bu anlamda Kapıkaya maden projesi Yerlitahtacı Maden projesini iptal eden mahkeme kararının arkasından dolanma girişimidir.
“Bergamalılar, Kozaklılar, yaşam savunucuları; Kozak ekosistemine çok büyük zarar verecek, Bargamanın su kaynaklarını kirletecek Kapıkaya altın madeni projesine de izin vermeyecektir.”
4 yıl sürecek
Bakanlığın sitesinden ulaşılabilen rapora göre proje 4 yıl sürecek. Kozak Yaylasının kalbinde yapılması planlanan projede iki ayrı açık ocak bulunacak. 0,68 ton altın (21.735 ons), 0,39 ton gümüş (12.396 ons), 3,794 ton bakır üretilmesi planlanan projede bedel, 924 bin TL olarak belirlendi.
Ayrıca hazırlanan raporda, yapılması planlanan Kapıkaya Maden Ocağı’nın İzmir 3.İdare Mahkemesi’nin 31 Aralık 2012 tarihli kararıyla iptal edilen Gelintepe Altın Madeni Açık Ocak İşletmeliği Projesi’ne yakınlığına vurgu yapıldı.
Gelintepe Projesi’nin mahkemece iptal edildiği belirtilmeyen raporda “Kapıkaya projesinin gerçekleşeceği ruhsat alanı içerisinde Koza Altın İşletmeleri tarafından ÇED süreci tamamlanan Gelintepe Projesi de bulunmaktadır. Gelintepe Projesi Kapıkaya projesine 4,5 km uzaklıktadır” denildi.
Endemik türler tehlike altında
Proje sahası içerisinde bulunan alanda 215 bitki türü tespit edildi. Tespit edilen bitki türlerinden 214’ü az tehdit altında olarak sınıflandırılırken 1 tür ise zarar görebilir olarak kategorilendirildi.
Saha içerisinde ise 6 endemik bitki türü tespit edildi. Endemik türler içerisinde “Nesli tükenme tehlikesi büyük” türlerden olarak gösterilen Fethiye Sığırkuyu bitkisi de bulunuyor. Ayrıca raporda bu türler için herhangi bir koruma önlemi alınıp alınmayacağı belirtilmedi.
4 bin 325 Ağaç kesilecek
Proje kapsamında 4543,2 hektarlık ruhsat alanı içerisinde 61,4 hektarlık ÇED Raporu hazırlandı.
Rapora göre Kozak Yaylası’nda ormanlık alan içerisinde bulunan çalışma alanının kızılçam ağaçları ile kaplı alanında 4 bin 325 ağaç kesilecek. Ayrıca proje sahasının etrafında zeytin tarlaları, tarım alanları ve meralar da var.
ÇED Raporu hazırlanan kısım içerisinde bölge halkının geçim kaynağı da olan çam fıstığı da var.
Ruhsat alanında UNESCO listesinde olan yer var
Hazırlanan ÇED Raporunda belirtilmemesine rağmen ruhsat sahası çevresinde kültürel varlıklar da bulunuyor.
UNESCO Dünya Mirası Koruma Listesi’nde yer alan Kybele Kutsal Alanı, Kapıkaya köyü sınırları içinde kalıyor. Alan içersinde Kybele Mağarası ve kutsal alanın merkezi olarak kabul edilen su kaynağı bulunuyor. (HA)
Hikmet Adal
Haziran 2018’den bu yana bianet muhabiri. 2013’te bianet’te staj yaptıktan sonra bianet’in projelerinde de yer aldı. Erciyes Üniversitesi Gazetecilik mezunu.
Fotoğraflar: Arif Ali Cangı
İzmir’in Bergama ilçesindeki Ovacık Altın Madeni’ne verilen Çevresel Etki Değerlendirmesi (ÇED) olumlu belgesinin iptali için İzmir 6. İdare Mahkemesi’nde dava açıldı.
Bergama Belediyesi, İzmir Tabip Odası, İzmir Barosu gibi kurumlar ile 122 vatandaş tarafından açılan davada, bilirkişi heyeti alanda keşif yaptı.
“AİHM ihlal kararlarının hiçbiri uygulanmadı”
Çevre hakları savunucusu Arif Ali Cangı, Bergama Ovacık Altın Madeni’ne verilen izinlerin iptaline ilişkin 1997 yılından bu yana onlarca mahkeme kararı verildiğini hatırlatarak, “AİHM’den ihlal kararları çıktı, ama hiç birisi uygulanmadı, her seferinde mahkeme kararlarını etkisiz hale getirmek için bir kılıf bulundu, yeni yeni izinler verildi. Bu süreç içinde Ovacık’ta cevher kalmadı, Ovacık Altın Madeni işletmesi şu anda Çukur alan ve başka yerlerden getirilen cevherlerin işlendiği bir kimya tesisi” dedi ve ekledi:
Bilirkişi raporları bekleniyor
“Bergama – Ovacık Altın Madeni’nde bir keşif daha böylece tamamlandı. Şimdi bilirkişilerin raporlarını bekliyoruz. Bu keşfin sonunda verilecek rapor olsa olsa malumun ilanı olur. 25 yıla ulaşan bir ekoloji mücadelesinde çok sayıda bilirkişi raporu düzenlendi, bu raporlara dayanan çok sayıda mahkeme kararı verildi, gelinen aşamada yapılacak her bir işlem bu mücadele tarihine not düşmek olacaktır. Düşülecek not, düşenlerin kendi tarihlerine de yazılacaktır.
“Mücadelenin sürüyor olması önemli bir kazanımdır”
“Her şey bir yana mücadelenin halen devam ediyor olması önemli bir kazanımdır. Gelecek nesillere bırakılacak en değerli mirasın Bergama mücadelesinde olduğu gibi yaşamı savunma çabası olacağını düşünüyorum. Bu mirasa katkısı olan herkese selam olsun”. (PT)
“Bu maden bizi açtı. Şimdi İstanbul, Ankara bilmem nere… Ne kıvrak lazım bana, ne manto lazım. Şalvarla gittim anam, şalvarla. Bu dışımın değişikliği. Ya içim? İçim de değişti. Sesimi çıkarmayı öğrendim, korkmamayı…’’ (Ovacık Köyü’nden Ayşe Girgin)[1]
Orman kesimlerinin henüz sıradanlaşmadığı, HES’ler ve termik santrallerin dört bir yanı sarmadığı senelerde İzmir’in Bergama ilçesinde Türkiye’nin ilk altın madenine karşı uzun soluklu bir mücadele yürütüldü. Bergama direnişi, ön saflarında köylü kadınların bulunduğu yaratıcı sivil itaatsizlik eylemleri ve hukuki kazanımlarıyla medyanın gündeminden yıllarca düşmedi.
Madene karşı eylemlilik 90’ların başında filizlendi, 96’da firma binlerce ağacı kestikten sonra kitleselleşti ve 2000’lerin ortasına kadar devam etti. Köylülerin geniş eylem repertuvarı arasında unutulmayanlar: nüfus sayımına katılmama, referandum, yarı çıplak yürüyüşler, maden işgali, Boğaz Köprüsü’ne zincirlenerek trafiği kilitleme…
Altın madeninin kapatılması için ilk dava 94’te açıldı, aynı avukatlar hala davanın peşinde. Yıllar boyunca madenin kapatılması yönünde onlarca yargı kararı uygulanmamış olsa da Ege Çevre ve Kültür Platformu’ndan (EGEÇEP) avukat Arif Cangı, yakında madenin ÇED raporunun iptal edileceğinden umutlu.
Bergama dünden bugüne
Almanya ve Avusturalya menşeli şirketlerin ortaklığında kurulan Eurogold firması 16 Ağustos 1989’da maden arama ruhsatı aldı, 1991’de tesis inşaatına ve maden için ön hazırlıklara başladı. 2005’ten beri Koza Altın İşletmeleri tarafından işletilen maden ocağı 90’lar ve 2000’lerde birçok kez el değiştirdi, hisseleri Amerika, Almanya, Avusturya, Fransa ve Kanada menşeli şirketler arasında gidip geldi.[2]
Mücadelenin ilk yıllarında yöre halkını madene karşı örgütleyen Bergama Belediye Başkanı Sefa Taşkın oldu. CHP’li Taşkın, belediyenin imkanlarını seferber ederek bilim insanlarını ilçe merkezinde panellere çağırdı, halkı siyanürlü altın madeninin yaratacağı ekolojik tahribata dair bilgilendirdi. Kaynarca fay hattının çok yakınında bulunan siyanürlü atık havuzunun çatlaması gibi birçok riskten bahseden bilim insanlarının geçimini topraktan kazanan köylüleri ikna etmesi çok zor olmamıştı.
92 yazında başlayan eylemler, 93’te sıklaştı, firmanın binlerce zeytin ve çam ağacını kesmesi üzerine Kasım 1996’da kitleselleşti. 15 Kasım 1996’da köylüler İzmir-Çanakkale yolunu altı saat boyunca trafiğe kapattı. Yaklaşık 10 gün sonra binlerce Bergamalı sağanak yağmur altında ellerinde tabutlar ve ‘mezarımızı kazmayın’ sloganlarıyla belediye bandosunun çaldığı Chopin’in cenaze marşı eşliğinde protesto yürüyüşü yaptı.
Madende dinamit patlatılmaya başlanınca 1997’de 50’nin üzerinde eylem yapıldı. 22 Nisan 1997’de sabaha karşı 4000 civarında köylü maden sahasını işgal etti. Aynı sene Danıştay’ın kapatma kararı uygulanmayınca “apaçi eylemi” yapıldı, yüzlerini boyayan köylüler ellerinde baltalarla maden etrafında nöbet tuttu. 26 Ağustos 1997’de üç otobüs dolusu köylü kendilerini Boğaz Köprüsü’nün parmaklıklarına bağlayarak trafiği iki saatliğine tıkadı. Yargı kararının uygulanmamasına tepki olarak 30 Kasım 1997’de yapılan nüfus sayımında 8 köyden yaklaşık 10 bin kişi kendilerini saydırmadı, “hükümet bizi saymıyorsa biz de sayılmayız” dedi.
Bergama köylüleri 97 ve 1999’da Akkuyu Nükleer Santrali’ne karşı da eylemler yaptı. Bergamalı erkeklerin yarı çıplak eylemlerinden ilham alan Akkuyu direnişçileri de eylemlere üstsüz gitmeye başladı.
Altın madenine karşı direniş, kadınlar için de dönüştürücü oldu. Rahime Özyaylalı, köylü kadınların eskiden tek başlarına Bergama’ya bile gidemediklerini anlatıyor: “Ehliyet alsaydım ayıplanırdı, mücadele bunları değiştirdi. Şimdi erkek kadın ilişkileri çok rahat.” Köylü kadınların örtünmek için kullandıkları kıvrakları da eylemlerde çıkarttığını anlatan Özyaylalı, ‘’Kadın jandarmayla konuşacak, kıvrak çekecek yüzüne, olacak iş mi? Bir şalvar, üstüne bir gömlek, bir yemeni… Herkes bizi köy kıyafetiyle kabul etti” diyor.[3]
Gandhi 2000’lere uyarlanınca…
90’ların ortasından itibaren eylemler eski CHP İlçe Başkanı Oktay Konyar öncülüğünde örgütlendi. Konyar, “şiddetsiz ama ses getiren” eylem biçimleri üzerinde yıllarca düşündüğünü, Gandhi’yi 2000’lere uyarlamaya çalıştığını anlatıyor.[4] Bergama köylülerinin kültürlerine son derece uzak olan çıplak yürüyüş gibi fikirler Konyar’dan çıkmıştı. Konyar’a ‘Asteriks’, eylemlere çizgili pijamasıyla katılan Bergamalı Bayram Yıldız’a ise ‘Hopdediks’ lakabı takılmıştı.
Yeşiller Partisi’nin kurucularından Avukat Senih Özay, Kasım 1994’te Bergamalı 652 yurttaş adına İzmir İdare Mahkemesi’nde dava açarak Eurogold’un faaliyet izninin iptalini istedi. Özay’ın da dahil olduğu, İzmir Barosu Çevre Komisyonu’ndan doğan Çevre Hareketi Avukatları yıllarca hukuk mücadelesini kesintisiz yürüttü.
1997’de Danıştay, Anayasa’nın ‘Sağlıklı ve Dengeli Bir Çevrede Yaşama Hakkı’na dayanarak siyanürlü altın madeninin kamu yararına aykırı olduğuna dair tarihi bir karar verdi. Ancak şirket kararı uygulamak yerine faaliyetlerini hızlandırdı.
Maden 22 senelik hukuk mücadelesi içinde sadece iki kez kapatıldı. İlkinde, 2 Nisan 2002’de 24 saatten az süre mühürlü kaldı.[5] Ardından 19 Ağustos 2004’te kapatıldı ve 20 Mayıs 2005’te tekrar açıldı. O günden beri işletiliyor.
1992’den beri hukuki mücadeleyi yürüten avukatlardan Arif Cangı, kitlesel eylemlerin 2000’lerin ortasında sönümlendiğini, yargı kararlarının uygulanmamasının köylüleri yıldırdığını belirtiyor.
Cangı, 2005’te Çamköy’deki Dünya Çevre Günü anmasında ve 2006’da Barış Festivali’nde maden firması çalışanlarının köylülere sert şekilde saldırmasının da mücadeleyi zayıflattığını belirtiyor. Geçimlerini tarımdan sağlayamayan birçok köylünün madende çalışıyor olması önemli bir sebep. Hareketi örgütleyen bazı kişilerin de çeşitli anlaşmazlıklardan dolayı ayrı düşmüş oldukları biliniyor.
Yerel örgütlenme, uluslararası dayanışma ağı
Doktora tezini Bergama’da sivil itaatsizlik üzerine yazan Sosyolog Dr. Baran Alp Uncu, STK’ların yürüttüğü birçok çevre kampanyasından farklı olarak yerel halkın hareketin asıl taşıyıcısı olması ve Türkiye’nin toplumsal hareketler repertuvarına yeni protesto biçimleri sokan şiddetsiz sivil itaatsizlik eylemlerinin Bergama’yı ayırt eden özellikler olduğunu belirtiyor. Uncu’ya göre Bergama’nın bir diğer özelliği de ilk defa yerel mücadeleyle eş zamanlı olarak akademisyenler, hukukçular, meslek odaları ve çevre örgütlerini bir araya getiren uluslararası bir dayanışma ağı örülmüş olmasıydı. (Eİ/HK)
Fotoğraflar:
Manşet ve ilk iki fotoğraf: Ankara eylemi, fotoğraflar Timur Danış’a ait.Dördüncü fotoğraf, Bergama köylülerinin Akkuyu eylemine desteğinden.
[1] Üstün Bilgen Reinart (2003), Biz Toprağı Bilirik: Bergama Köylüleri Anlatıyor, Metis Yayınları, İstanbul, s.171.
[2] Eurogold’u Avusturalya (Normandy Poseidon) ve Alman (Metal Mining Co.) firmaları 89’da kurdu. 94’te Fransız ve Kanadalı ortaklar girdi. 99’da diğer ortaklar çekilince firma tamamen Avusturalya menşeli Normandy’ye geçti, adı Normandy olrak değiştirildi. 2001’de dünyanın en büyük altın şirketlerinden Amerikalı Newmont şirketi tüm hisseleri satın aldı. 2005’te şirket Koza-İpek Holding’in kurduğu Koza Altın İşletmeleri A.Ş.’ye geçti.
[3] Üstün Bilgen Reinart, agy, s.171.
[4] Üstün Bilgen Reinart, agy, s.59-79.
[5] İzmir Bölge İdare Mahkemesi, Sağlık Bakanlığı’nın madende üretim için verdiği bir senelik deneme izninin yürütmesini durdurunca maden 2 Nisan’da mühürlendi. Ancak Bakanlar Kurulu, “ülkenin ekonomik menfaatleri gereği” yargı kararlarına rağmen madenin çalıştırılmasına karar verdi. Karar Ecevit/Bahçeli/Yılmaz Koalisyon Hükümeti tarafından gizlilik kararıyla imzalandı ve maden 24 saatten kısa süre içinde tekrardan açıldı. Sağlık Bakanı Osman Durmuş açıklamalarında madenin “sağlık açısından sakıncası olmadığını” öne sürmüştü.
90’LARIN HAK MÜCADELELERİ YAZI DİZİSİ |
Formun Altı
Bergamalı köylülerin avukatı Senih Özay, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) kararı doğrultusunda köylülere ödenen 30 bin avronun, 1998 yılından bu yana Türkiye Cumhuriyeti hükümetinin başbakanı, bakanları ve diğer sorumlularından tahsil edilmesi için Başbakanlığa, Maliye ve Dışişleri bakanlıklarına başvuruda bulundu.
Avukat Özay, yaptığı açıklamada, 30 bin avronun, hükümet adına, Dışişleri Bakanlığı, Avrupa Konseyi ve İnsan Hakları Genel Müdür Yardımcılığı tarafından kendilerine ödendiğini belirtti.
Özay, ödenen bedelin geriye doğru, AİHM’ye başvurdukları 1998 yılından bu yana görev yapan başbakanlar, bakanlar, çevre, orman, imar ve sağlık bakanlık müsteşarları, yardımcılarıyla diğer sorumlulardan alınması gerektiğini kaydetti.
“Sorumlular devleti zarara uğrattı”
Başbakanlığa, Maliye Bakanlığı’na ve Dışişleri Bakanlığı’na gönderdiği dilekçede “Sorumluların yaptıkları hatalar nedeniyle devlet zarara uğratılmaktadır” diyen Özay, şöyle devam etti:
“Bu nedenle, başta dönemin Başbakanı Bülent Ecevit olmak üzere görevli tüm bakan, müsteşar, müdür ve sorumlularına rücuen ödetilmesini ve bu yolda tarafımıza idari icrai yanıt verilmesini talep ediyoruz.” (KÖ/TK)
Bergama Tazminatını Sorumlular Ödesin
Bergama köylülerinin avukatı Özay, Başbakanlığa, Maliye ve Dışişleri bakanlıklarına başvurarak, AİHM kararıyla köylülere ödenen 30 bin avronun, başta dönemin Başbakanı Ecevit olmak üzere kamuyu zarara uğratan tüm sorumlularından tahsil edilmesini istedi.
İzmir – BİA Haber Merkezi18 Nisan 2006, Salı 00:00
Raporu “yazıyı indir” butonunu kullanarak açabilirsiniz.
Çukuralan Altın Madeni üçüncü kapasite artırımı için ÇED olumlu kararının önce yürütmesi durduruldu, şimdi de iptal edildi. Maden’in işletmecisi Koza Altın İşletmeleri, Çevre ve Şehircilik Bakanlığı ile beraber ÇED olumlu kararı iptal edilen proje için süreci yeniden başlatmaksızın İDK toplantısından ÇED rapornu değiklikle tekrar geçirmek istiyor. Fakat avukatlar ve çevre hakları savunucuları bu durumu hukuksuzluk olarak değerlendiriyor.
Koza Altın İşletmeleri, kendisi tarafından işletilen İzmir Bergama Kozak Yaylası sınırındaki Çukuralan Altın Madeni için üçüncü kez kapasite artırımı istedi. Kapasite artırımı için 2 Ekim 2017 tarihinde “Çevresel Etki Değerlendirme raporu” (ÇED) için olumlu kararı verildi.
Kararın ardından aralarında Bergama Belediyesi ve Ege Çevre ve Kültür Derneği’nin (EGEÇEP) de bulunduğu 23 gerçek ve tüzel kişilik Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’na ve müdahil Koza Altın İşletmeleri A.Ş.’ye karşı ÇED olumlu kararının iptali istemiyle dava açıldı.
Yürütmeyi durdurma kararı
İzmir 6. İdare Mahkemesi’nde görülen davada, ilk olarak 9 Ağustos 2017 tarihinde yürütmeyi durdurma kararı çıktı ve bilirkişi raporu istendi.
25 Haziran 2018 tarihinde bilirkişi raporunu mahkemeye sundu. Bilirkişi, kimya mühendisliği, maden mühendisliği, çevre mühendisliği, bitki örtüsü, orman varlığı ve tarımsal açıdan yaptığı değerlendirmede ÇED raporunun uygun ve doğru olarak değerlendirildiğine kanaat getirdi. Jeoloji mühendisliği açısından ise üç önemli karşı görüş verildi.
Karşı görüşte ilk olarak madenin yaklaşık altı kilometre kuzey batısında içme suyu amacıyla kullanılan Madra Barajı’nın bulunması belirtildi.
İkinci olarak maden atık sularının boşaltıldığı Çökek Deresi’nin doğal sit ve mesire yeri olan Kültür ve Tabiat Varlığı Nebiler Şelalesi’ne ulaştığı saptandı.
Üçüncü olarak ise, ocak işletme depremsellik hesaplarındaki eksiklikler olduğu ve bu eksikliklerin canlı sağlığı açısından risk taşıdığı görüşüne yer verildi.
Rapor değişiklikleriyle giderilemeyecek etkenler
28 Eylül 2018 tarihinde görülen duruşmada bu bulgular neticesinde ÇED olumlu kararının mahkeme tarafından iptal edilmesine hükmedildi. Bilirkişinin baraj ve dereyi kapsayan jeolojik görüşü raporda bir eksiklik olarak değil, herhangi bir değişiklikle varlığı değiştirilemeyecek unsurlar olarak yer aldı.
Mahkemenin bu kararının ardından bakanlık 2009/7 sayılı genelgeyi işleme koyup ve ÇED raporunun ilgili yerinin düzeltilip tekrar olumlu kararı verilmesi için “İnceleme Değerlendirme Komisyonu (İDK)” toplantısı yapılmasına karar verdi. Fakat ÇED süreci ve İDK toplantısı, 2009/7 sayılı genelgeye dahi aykırı.
Bunun nedeni, yeni ÇED raporuyla Çukuralan’ın coğrafyasının değiştirilemeyecek oluşu.
2009/7 ÇED Yönetmeliği Uygulamaları Genelgesi’nde ilgili madde ne diyor?
ÇED olumlu kararları hakkındaki yürütmenin durdurulması / iptal kararları, hakkında ÇED olumlu kararı verilen ÇED raporunun bir ya da birkaç bölümüne ilişkin ise ve yürütmenin durdurulması / iptal kararı, ÇED raporunun diğer bölümlerini olumsuz yönde etkilemiyor, yani kararın tümünün yeniden ele alınıp değerlendirmesini gerektirmiyorsa, ÇED raporunun hazırlanmasına ilişkin tüm sürecin en baştan tekrarlanmasına gerek yoktur. |
Komisyon ilk toplantısını dün yaptı ve olumlu veya olumsuz görüş bildirecek kurum veya kişilerin komisyona dilekçe sunmasını istedi.
Bergama Belediyesi ve davalılar adına ÇED sürecinin sonlandırılması istemiyle Av. Serdar Sinan komisyona verdiği dilekçede mahkeme kararının gecikmesiz ve eksiksiz olarak uygulanmasını istedi. Buna uygun olarak ise yapılan İDK toplantısının iptal edilerek, ÇED sürecinin sonlandırılması istendi.
Bornova Belediye avukatı Serdar Sinan konuya ilişkin olarak bianet’e yaptığı değerlendirmede şunları söyledi:
“Mahkeme kararında dere ve baraja atıf var”
“Maden’in yakınında bulunan Madra Barajı ve atıkların deşarjının yapıldığı Çökek Deresi nedeniyle ÇED olumlu kararı bozuldu ve iptal edildi. Mahkeme kararında, dere ve barajın projeyle karşılıklı konumuna atıf yapıyor. Yanında bunlar varken bu olmaz, tehlikeli diyor. Bu karardan sonra yapılması gereken bakanlık tarafından da projenin iptal edilmesi.
“Fakat tür kararlardan sonra bakanlığın sıkça kullandığı 2009/7 sayılı bir genelge var. Genelge şunu söylüyor: ÇED dosyasındaki küçük bir eksik olup giderilebilecek veya projenin tümünü etkilemeyen bir eksiklikten dolayı bir iptal ya da yürütmenin durdurulması kararı varsa sen ÇED sürecini baştan başlatma o eksikliği gider ve direk İDK noktasına getir diyor.
“Bakanlık yanlış şekilde yorumluyor”
“Ama bakanlık bunu yanlış şekilde yorumlayarak, tüm iptal kararlarından sonra uygulamaya çalışıyor. Biz de burada bu genelge uygulanamaz diyoruz. Çünkü burada iptal etmenin yanında gerekçesi önemli. Yani mahkeme bu olayda direk projenin yeriyle, konumuyla alakalı hususlara değinmiş.
“Yani projede herhangi bir dokunuşla değiştirilemeyecek, giderilemeyecek durumlar var. Gidermen için projenin yerini değiştirmen lazım. Bu da imkansız.
“Dolayısıyla bakanlık o genelgeyi uygulamaya çalışıyor, biz ise karşı çıkıyoruz. Çünkü uygulanması doğru değil.
Doğa ve yaşam hakları savunucusu Av. Arif Ali Cangı ise; yeni ÇED süreci ve İDK toplantısının 2009/7 sayılı genelgeye aykırı olduğunu belirterek Çukuralan’da daha önce iki kez kapasite artırıldığını ve doğaya karşı büyük, ağır suçlar işlendiğini söyledi.
“Doğaya karşı ağır suçlar işlendi”
“Çukuralan’da iki kez kapasite artırılarak, doğa delik deşik edildi, doğaya karşı büyük ve ağır suçlar işlendi. Oradan çıkan cevher ile Ovacık Altın Madeni onca yargı kararına rağmen çalıştırıldı. Elde edilen altınların 15 Temmuz darbe kalkışmasını yapan örgüte gittiğine dair iddialarla açılan davalar devam ediyor. Şirketin patronunun terör sanığı olarak gri bültenle arama ve yakalaması var ama kapasite artırılmaya devam ediliyor.
“Artık yeter. 2009/7 sayılı genelge ile Çukuralan’da doğaya karşı, yaşama karşı, halka ve hukuka karşı yeni suçlar işlenmeye çalışılıyor. Yeni suçlara izin verilmemeli. (HA)
Hikmet Adal
Haziran 2018’den bu yana bianet muhabiri. 2013’te bianet’te staj yaptıktan sonra bianet’in projelerinde de yer aldı. Erciyes Üniversitesi Gazetecilik mezunu.
İzmir’in içme suyu ihtiyacının önemli bir bölümünü karşılayan Tahtalı Barajı ve yaklaşık 200 bin kişinin içme suyu ihtiyacını karşılamak için projelendirilen Çamlı Barajı’nın mutlak koruma alanı içerisinde yer alan Efemçukuru Altın Madeni’nin kapasite artırımı davasının reddi Danıştay tarafından bozuldu.
Temyiz isteminde bulunan Ege Çevre ve Kültür Platformu Derneği (EGEÇEP), İzmir Tabip Odası, TMMOB Çevre Mühendisleri Odası, Ahmet Karaçam ve Arif Ali Cangı tarafından karar, sevinçle karşılandı.
Çevre hakları aktivisti Avukat Arif Cangı kararı bianet’e “Efemçukuru Altın Madeni’nin kapasite artırımı Çevresel Etki Değerlendirmesi (ÇED) olumlu kararının iptali davasını bu kez lehimize bozma kararı aldık.
“Bozma kararı aynı bilirkişi heyetinden ek rapor alınmasını içeriyor olsa da, analiz yapılması talebimizin kabul edilmiş olması son derece önemli.
“Diğer yandan bu bozma kararı ile Efemçukuru Altın Madenine ilişkin iç hukuktaki dava süreci kapanmamış oldu. Bu bir fırsattır. İzmirliler davaya sahip çıkarlarsa su havzasını kirleten bu madeni kapattırırız” şeklinde değerlendirdi.
Olayın seyri şu şekilde gelişti:
Efemçukuru Altın Madeni 1 Haziran 2011 tarihinden bu yana Tüprag Metal Madencilik Şirketi tarafından işletiliyor. Şirket Kanadalı madencilik firması olan Eldorado Gold Corporation’ın Türkiye uzantısı.
Kanadalı şirket Efemçukuru Madeni’nin yanı sıra Avrupa’nın en büyük altın madeni yatağı olan Uşak Kızıldağ Altın Madeni’ni de işletiyor.
Şirket kapasite artırımına gitmek istedi
İzmir’in su havzası için büyük bir tehlike yaratan Efemçukuru Altın Madeni için şirket kapasite artırımına gitmek istedi.
Normal şartlarda madende 10 yıllık süre için 250 metre derinliğe kadar inerek 2,5 milyon ton cevher işleme planlanırken şirket, işletme süresini 17 yıla çıkaran, 500 metre derinliğe kadar inen ve toplam da 8,5 ton cevher işletmeyi öngören yeni bir proje hazırlandı.
Projeyle birlikte mevcut koşullarda oluşacak 2,2 milyon ton kuru atık 7,6 milyon tona çıkacak ve 14,57 hektar alana depolanacak, 600 bin ton olan pasa 3,2 milyon tona çıkacak ve 13,76 hektar alana depolanacaktı.
Bakanlık ÇED olumlu kararı verdi
Şirketin kapasite artırma projesine ilişkin Çevre ve Şehircilik Bakanlığı 31 Aralık 2012 tarihinde ÇED olumlu kararı verdi.
Karar sonrası EGEÇEP, TMMOB Çevre Mühendisleri Odası, İzmir Tabip Odası, Ahmet Karaçam ve Arif Ali Cangı karara karşı birlikte dava açtı.
Açılan davada yargılamada mahallinde keşif yapıldı. Keşif sırasında bilirkişiler tarafından pasadan, flotasyon atığından (cevher hazırlamada kullanılan bir zenginleştirme yöntemi), yan kayaç ve ekonomik olmayan kayaçlardan, gözlem kuyularından örnekler alındı.
Örnekler İzmir Yüksel Teknoloji Enstitüsü laboratuvarında analiz edildi.
Analiz sonucunda elementlerin olması gereken seviyeleri aştığı anlaşıldı ve 107 sayfalık bir bilirkişi raporu hazırlandı.
İzmir 1. İdare Mahkemesi ÇED olumlu kararını iptal etti
İzmir 1.İdare Mahkemesi düzenlenen bilirkişi heyeti raporu sonrasında 16 Nisan 2015 tarihli bir kararla Efemçukuru Altın Madeni kapasite artırımı ÇED olumlu raporunun iptaline karar verdi.
Bu karar daha sonra analizlerin yapıldığı İzmir İleri teknoloji Enstitüsü Laboratuvarının akredite olmadığı ve bilirkişilerin İzmir üniversitelerinden olduğu gerekçesiyle Danıştay tarafından bozuldu.
Danıştayın bozma kararı doğrultusunda 01.06.2017 tarihinde maden işletmesi sahasına keşfe gidildi.
Keşfin başlangıcında, mahkemenin bilirkişilere açıklayıcı bildirim yapmaması ve bilirkişilerin hazırlıksız gelmelerinden dolayı pasadan, kuru atıklardan, yüzeysel ve yeraltı sularından örnekler alınıp tahlil yapılmasının mümkün olamayacağı anlaşıldı.
Yeniden keşif ve bilirkişi incelemesi talep edildi
Davacılar tarafından bu eksikliğin giderilmesi için, bilirkişiler tarafından verilecek ön rapor doğrultusunda, mahkemenin vereceği yeniden keşif ve bilirkişi incelemesi kararı alması talep edildi.
Keşif boyunca bu konuda taraflar arasında, bilirkişiler ile davacılar arasında çok yoğun tartışmalar yaşandı, davalı Çevre ve Şehircilik Bakanlığı ve davalı yanında katılan Tüprag firmasının vekilleri örnek alınmasına çok sert karşı çıktılar.
Bu şekilde gereken incelemeler yapılmadan analiz için örnek alınmadan keşif tamamlandı. Eksik yapılan keşiften 4 ay sonra bilirkişi raporu geldi.
Bilirkişi bilimsel olmayan belgeleri rapor olarak sundu
Danıştayın yeterli bulmadığı 107 sayfalık bilirkişi raporuna karşı, sadece ÇED Raporu ve davalı tarafın sunduğu dilekçelere dayanan, bilimsel inceleme ve değerlendirme içermeyen 7 sayfalık bir belge, rapor olarak sunuldu.
Rapora yapılan itirazlara rağmen İzmir 1. İdare Mahkemesi’nin 25 Ekim 2017 tarihli kararı ile davanın reddine karar verildi.
Daha sonra davacı EGEÇEP, İzmir Tabip Odası, TMMOB Çevre Mühendisleri Odası İzmir Şubesi, Ahmet Karaçam ve Arif Ali Cangı alınan bu kararı temyiz etti.
Danıştay kararı bozdu
Temyiz incelemesi yapan Danıştay 14. Dairesi kararı çevre savunucuları lehine bozdu.
Danıştay 14. Dairesi bozma kararında özetle şu ifadelere yer verdi: “Raporun, sadece mevcuttaki işletme faaliyetlerinin değerlendirilmesi suretiyle oluşturulduğu kararına varılmıştır. “Raporda, dava konusu proje kapsamında öngörülen kapasite artışının çevresel etkilerine yer verilmemiştir. “Keşif esnasında davacılar tarafından pasadan, kuru atıklardan, yüzeysel ve yeraltı sularından örnekler alınıp tahlil yapılması istenilmiş ama bozma kararından önce hazırlanan bilirkişi raporunda analizin numune alınmadan hazırlandığı ve bu haliyle raporun uyuşmazlığın çözümü için yeterli olmadığı sonucuna varılmıştır. “Bu durumda, bilirkişilerden, dava konusu proje kapsamında, işletme faaliyet alanının ve üretim hacminin artırılmasının planlandığı da göz önünde bulundurularak proje alanından çoklu su, toprak, kayaç ve pasa örneklemelerinin mühürlenerek alınmasına karar verilmiştir. “Örneklerin akredite laboratuvarlarca incelenmesi sonucunda elde edilecek analiz raporlarının da değerlendirilmek suretiyle ek rapor alınarak, uyuşmazlığın esası hakkında yeniden bir karar verilmesi gerekmektedir. |
Cangı: “Yeniden bilirkişi raporu düzenlenecek”
Karar her ne kadar çevre savunucuları lehine sonuçlansada Cangı kararı, “Geldiğimiz süreçte; yeniden keşif yapılacak, maden sahasından sudan, topraktan, kayaçtan ve pasadan örnekler alınacak ve analiz yapılarak yeniden bilirkişi raporu düzenlenecek.
“Aynı bilirkişilerden ek rapor alınacak olması bizim açımızdan bir güvensizlik oluşturmaktadır fakat itirazlarımızı yargılama aşamasında mahkemeye sunacağız” şeklinde değerlendirdi.
Danıştay’ın bu kararı ile İzmir’in yaşamsal bir sorunu olan altın madeni işletmesinin kapatılmasına ilişkin mücadelede yeniden bir yol açıldığını belirten Cangı, “Bunun için davaya tüm İzmirlilerin sahip çıkması gerekmektedir” dedi.
İzmir’e sahip çıkmak, İzmir’in suyuna sahip çıkmak, su havzalarını korumaktır diye konuşan Cangı “Geri dönüşü olmayacak zararların önlenmesi için Efemçukuru Altın Madeni derhal kapatılmalıdır, konunun takipçisi olacağımızı herkese ilan ediyoruz” dedi (HA)
Hikmet Adal
Haziran 2018’den bu yana bianet muhabiri. 2013’te bianet’te staj yaptıktan sonra bianet’in projelerinde de yer aldı. Erciyes Üniversitesi Gazetecilik mezunu.
İstanbul, BİA Haber Merkezi 16 Ağustos 2018